ABD TÜRKİYE İRAN SAVAŞI İSTİYOR

Bu oyuna gelecek miyiz

Geçen hafta içinde OdaTV’de üç önemli dış politika yazısı yayımlandı. İlki 7 Şubat 2010 tarihli İlkan Ceylan’a aitti ve “İran İsrail’e Saldıracak mı?...” başlığını taşıyordu. ABD ve İsrail ile İran arasında, İran’ın uranyum zenginleştireme çalışmalarının nükleer silah üretme aşamasına gelmesinden kaynaklanan uzlaşmazlığın çok ciddi boyutlara vardığı anlatılıyordu. Büyük basın-yayın organlarının konuyu gözden kaçırmaya çalıştıkları –ayrıca- belirtiliyordu. Çatışma olasılığının arttığı vurgulanıyordu... Mehmet Ali Güller, 9 Şubat 2010 tarihinde kaleme aldığı yazısında, ABD’nin ekonomik ve siyasal alanlarda yaşadığı derin bunalıma dikkat çekmekteydi. Bu bunalımı “ABD Çöküyor mu?” başlığıyla on üç alt başlıkta toplamıştı. ABD’nin Orta Doğu ve Irak politikasından askeri gücünü Afganistan’da yoğunlaştırmasına, Avrupa’da, Kafkasya’da, Orta ve Uzak Asya’da, Çin’de ve Latin Amerika’daki uzlaşmazlık noktalarına kadar birçok konu üzerinde duruyor, genel dünya fotoğrafı içinde bu ülkeyi ve ekonomik sorunlarından kaynaklanan açmazlarını irdeliyordu... Burç Aka’nın, yine 9 Şubat 2010’da yayınlanan “İşte Bu Gözden Kaçıyor” başlıklı yazısında ise ABD-İsrail ile İran gerginliğinde Çin-İran yakınlığına dikkat çekmekteydi. Bu soru, aslında hep ötelenen ABD-Çin çatışmasında önemli parametrelerden birini oluşturuyordu. Ekonomik anlamda birbirlerine bağımlı olan bu iki dev ülkenin, birbirleriyle olan sorunlarını sürekli öteledikleri, buzdolabına koydukları bilinen bir gerçek. Ancak birçok yerde karşı karşıya gelmelerinin kaçınılmazlığı da bilinen bir başka gerçekti... Bu yazımda, özel olarak ABD-Çin ilişkilerini ele almayacağım. Bu çok önemli gerginliği İran ağırlıklı olarak ABD- İsrail-İran bağlamında irdelemeye çalışacağım. OdaTV okurlarının, sözünü ettiğim üç yazıyı hatırlayıp bu değerlendirmemi okumalarının daha yararlı olacağını düşünüyorum.

ABD-İsrail Etkileşimi

Önce ABD ve İsrail arasındaki etkileşime genel olarak göz atalım. Yahudiler,Batı’nın büyük desteğiyle 2000 yıllık bir vatansızlık döneminin ardından anayurtları olan İsrail’e kavuşmuşlardı. 1948 yılında, iğneyle kuyu kazarak sürdürdükleri çok uzun ve zorlu mücadelenin sonunda ideallerine ulaşmışlardı. Ancak İngilizler de Amerikalılar da kimseye kara kaşı kara gözü için destek sağlamazdı. Kuşkusuz Yahudi diasporasının, lobisinin ve özellikle mason localarının -başta ABD olmak üzere- dünyanın bütün önemli ülkelerinde çok etkili oldukları bir gerçekti. Ancak Batı ile İsrail Devleti arasında “stratejik ortaklık” –aslında- Batı çıkarları üzerine inşa edilmişti. İsrail’in Orta Doğu’da asal işlevi Batı’nın petrol jandarmalığını yapmaktı. Bu arada hemen hatırlatalım, İsrail petrol zengini bir ülke değildi. Çünkü ABD, stratejik ortaklarının petrol zengini olmalarından hiç hoşlanmıyordu. Eski Irak’ın ve Orta Amerika’da Vanezüella’nın, çok yakın geçmişte Irak’ın başına hangi dertleri açtıkları çok iyi biliyordu. ABD’nin ikinci İsrail olarak kurmaya çalıştığı Kuzey Irak’taki uydu Kürt Devleti’ne de Musul petrollerinin aslan payı vermek gibi bir niyeti olmadığı anlaşılıyordu. İsrail daha kurulurken yerinden yurdundan ettiği Filistin halkı ile doğal olarak kavgalıydı. Bunun dışında –daha önceki yazılarımda belirttiğim üzere- ABD yanlısı ve karşıtı politikalar uygulayan ve sık sık saf değiştiren Araplar, darmadağınık bir haldeydiler. Bunların birçoğu bugün bir yandan ABD ile göbek bağı içindeyken bir yandan da –sözüm ona- İsrail karşıtıydılar. Bu ülkeler Mısır, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleriydi. İsrail’in burada görevi “sürekli bunalım politikası” uygulamaktı. 1948, 1956, 1967 ve 1973’te yaşanan savaşlarda Arap ordularını darmadağın etmiş, ABD’nin kendisine verdiği görevi başarıyla yerine getirmişti. Ne var ki 2006 yılında ilk kez bir İsrail.-Arap çatışmasında Hizbullah’a karşı üstünlük sağlayamamıştı. 2000’li yıllarda, ABD ekonomisinin çöküş sinyalleri vermesiyle, İsrail’in bu şaşırtıcı başarısızlığı arasında bir bağ kurmak pek de yanlış olmasa gerek. ABD’nin 2001 Afganistan, 2003 Irak operasyonları gücünü doruklara çıkarmak için attığı son adımlardı ve –artık- ne yaparsa yapsın çöküşü gizlenemez boyutlardaydı. Bu durum kaçınılmaz olarak Orta Doğu’da da kendini hissettirmekteydi.
Bu yaprak gibi sallanan dünya devinin başı şu dönemde çok ciddi biçimde sıkıntıda. İran nükleer çatışmalarını ödün vermeden sürdürüyor ve molla yönetimi, nihai amacının İsrail’i ortadan kaldırmak olduğunu açıkça belirtiyor. Aslında, ortada İsrail olmasa, sorun pek de çözülemeyecek türden değil. ABD nasıl Kuzey Kore’nin nükleer güce sahip olmasını sineye çekiyorsa bunu da kabullenmek zorunda kalabilir. Dünyada aklı başında uluslarda (!) nükleer silah bulunup, ötekilerde bulunmaması gerektiği masalına kendisi de inanmıyor elbette O aklı başında ABD’nin, bitmiş bir savaşın ardından, bitmiş bir Japonya’ya atom bombası kullanıp, 100.000’den fazla insanı katlettiği unutulmadı tabiî. Yani ABD-İran arasındaki iki bilinmeyenli denklem, İsrail devreye girince şeytan üçgenine dönüşüyor.Çünkü İsrail,İran’ın bu çalışmalarını kendi varlığına yönelik tehdit olarak algılıyor. İsrail ile ABD ilk kez ciddi biçimde ters düşüyorlar. İsrail,ısrarla ABD’den İran’ın nükleer tesislerinin vurulmasını istiyor. “ABD’yi Yahudi lobileri yönetiyor” türünden büyüklere masalların ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu bu örnek olayda görebileceğiz.
İsrail’in nükleer gücü İran’dan çok daha yüksek,bu bilinen bir gerçek.Ne var ki bir nükleer çatışmanın gerçekleşmesi durumunda çok küçük bir ülke olan İsrail’in de bundan fazlasıyla zararlı çıkacağı ortada. Ancak ortak bir İsrail-ABD operasyonuyla İran’ın nükleer tesisleri vurulmaya çalışılabilir. Orada da anında ABD’de patlayacak bombaların yaratacağı tahribata, bir asimetrik savaşa bu ülke ne kadar tahammül edebilir? Malum, Orta Doğu’da Müslümanların hayatı “hiçbir” şeydir, Amerika’da ise “her şey”.Dolayısıyla ABD’nin bunu göze alması çok zor görünüyor.

Tezatlar Ülkesi İran

Sorunun temeli durumundaki İran’ı doğru değerlendirebilmek için kısmen yakın dönem tarihine göndermeler yapmak gerekecek. Artılarını ve eksilerini bütünlüklü biçimde ele aldığımızda, tam bir “tezatlar ülkesi” ise karşı karşıya olduğumuzu fark ediyoruz. Bugün İran dendiğinde, önce akla ülkedeki baskıcı İslami yönetim geliyor. Batı’nın yüzlerce yıl boğuşarak üstesinden gelebildiği teokratik yönetimin bütün özellikleri burada görülüyor. Çok zorlu uğraşlar sonunda elde edilen laikliğin ne olduğu bu olumsuz örnekle iyice anlaşılıyor. Çünkü semavi dinler olan Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet; sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik yaşam modellerine sahip olan dinlerdir ve –eninde sonunda- hükmetmek, iktidar olmak arzusu içindedirler. Bunların doğasında Cumhuriyet Aydınlaması ve demokrasinin eşitlik-özgürlük ilkeleri yoktur. Batı’nın çok kanlı süreçler sonrasında dini siyasal alandan tasfiye etmesi ve sosyal gelişmeyi engelleyemeyecek duruma getirmesi hiç de anlamsız değildir. Çünkü teokratik devlet özlemi içinde olanlar, iktidara gelinceye kadar toplumun diğer muhalif gruplarıyla ortaklıklar kurar, iktidara geldikten sonra kendisinden olmayan her türlü “öteki”ni birer birer tasfiye ederler. O nedenle bugün bu baskı altında ezilen İran halkının demokrasi ve özgürlük talepleri son derece meşru ve insani isteklerdir. Peki bu muhalefetin içinde Batı’nın emperyal parmağı yok mudur? Elbette vardır, ancak bu durum İranlı muhaliflerin doğru ve haklı bir direniş sergiledikleri gerçeğini değiştirmemektedir.
Burada biraz durup, bir düşüncemi Oda TV okurlarıyla paylaşmak istiyorum. Aslında bu konuda, özellikle molla ihtilalinin başlangıç dönemlerinde de çeşitli makaleler yayımlanmıştı, yani bu düşüncem yalnız bana ait bir değerlendirme değil… İran bugün hiç kuşkusuz ABD’yi en rahatsız eden ülkelerden biri, buna kuşku yak. Ne var ki molla ihtilali gerçekleşirken çok ilginç gelişmeler yaşanmıştı. Mollalar toplumun bütün kesimleriyle ittifak hâlindeydiler ve dolayısıyla hayli güçlüydüler, burası doğru. Komünistler, Azeriler, Kürtler İran Şahı Rıza Pehlevi’ye karşıydılar. Bunların tümü İslamcılarla birlikte göz ardı edilmeyecek bir etkinliğe sahiplerdi. Ancak o dönemin ABD’si de gücünün doruğundaydı. O kadar ki, 1953’te İran’da ulusal bir devrim gerçekleştirmek amacıyla harekete geçen ve özellikle İran petrollerini millileştirmeyi amaçlaya Musaddık bir darbe ile yönetimi ele geçirdiğinde, Riza Pehlevi eşi Süreyya ile birlikte ülkeyi terk edip Roma’ya sığındığında.derhal devreye giren ABD, çok kısa bir sürede bütün bir İran ordusunu satın almak suretiyle darbeyi engellemişti.1979’da Orta Doğu konjonktüründe önemli bir değişiklik olmamıştı ve ABD’nin yine durumu kontrolü altına almsı mümkün görünüyordu.Darbe sonrası ülkeye dönen Şah Rıza, daha sonra ABD’nin dünyadaki en yakın müttefiki durumuna gelmişti.Ayrıca ülke içinde bütün muhaliflerine karşı çok sert ve kanlı bir sindirme politikası uygulamaya başlamıştı. İran istihbarat örgütü SAVAK, İran halkının korkulu rüyası haline gelmişti. Ancak aynı Şah 1960’lı yıllardan başlayarak, daha değişik politikalara da yönelmişti. Feodalitenin belini kırmak, İran’da Batı’daki ruhban sınıfının eşdeğeri durumundaki “ulema”yı etkisizleştirmek gibi modernleşme çabalarına girmişti. Bu arada güçlü bir esnaf örgütlenmesi olan “çarşı”yı da tasfiye etme çabasındaydı. Bütün bunlar sanayileşmiş, kentlileşmiş, çağdaşlaşmış bir İran yaratabilmek içindi. 1970’li yılların ortalarından itibaren zengin bir petrol ülkesi olma özelliğinden yararlanarak çok yoğun bir silahlanma çabası içine girmişti.Aslında ABD’nin SSCB’nin güneybatı sınırında güçlü bir müttefikinin bulunmasından rahatsız olması söz konusu değildi. Bu arada Şah’ın kendisi de ABD için güven verici bir liderdi. Ancak bu dönüşümleri yaşayan ve gelişen bir İran’ın başına daha sonra Şah gibi sadık bir lider yerine muhalif bir lider gelirse ne olacaktı?...Şimdi dikkatinizi çekmek istiyorum. 1970’li yıllar, aynı zamanda ABD’nin “yeşil kuşak projesi” nin startını verdiği bir çok önemli bir dönemdir. Bütünüyle dinselleşmiş bir İran, bu projenin genel karakterine uygun biçimde Sovyetler Birliği’ne güneyden çok daha etkili biçimde sıkıştıramaz mıydı? İhtilal öncesinde ABD’nin akıl almaz biçimde edilgin kalması akıllarda ciddi sorular yaratmıştı… Burada hemen ABD ile İran’ın ilk günden karşı karşıya geldikleri öne sürülebilir,ABD’nin böyle büyük bir yanlışı nasıl yapabileceği sorulabilir.Özellikle genç okurlar ABD’nin II.Dünya Savaşı sonrası XX.yüzyıl tarihini dikkatle okurlarsa bu ülkenin yaptığı pek çok ciddi yanlışa tanık olabilirler.Bugün Orta Doğu’da,Asya’da,Kuzey Afrika’da kendisine karşı çıkan silahlı İslamcı örgütlerin hepsi zamanında ABD tarafından kurulmamış mıydı.? Yalnız bu bile bu ülkenin dengesiz politikalarının bir göstergesi değil mi?..Bu düşüncelerim –elbette-tarihin kendisi değil, tarihin arka odasına yönelik zihin jimnastiği yalnızca.Bunların mutlak doğrular olarak kabullenilmesi yanlış olur..
İran’la ilgili dikkat çekici bir nokta da, bizdeki İslamcıların İran’a yükledikleri entelektüel birikimdir. Yere göğe koyamazlar, bu ülke ulemasını. Bunların da çok ciddiye alınacak yanı yok. İran’daki birikim bütünüyle İslam ilimleri içeren bir entelektüalizmdir, başka bir şey değil. İslam ilimleri ise tam anlamıyla bir okyanustur, oraya dalarsınız. bir daha da çıkamazsınız. Orada bilim, modern sanat, felsefe estetik gibi toplumu ve insanı yücelten alanlarla, cumhuriyet ve demokrasi değerleri bulunmaz.
Şimdi gelelim madalyonun öteki yüzüne İran Orta Doğu’da 6000 yıllık çok köklü bir kültüre ve devlet geleneğine sahip. Anadolu Türklüğü gibi, XX. Yüzyılda kısa bir süre düşman işgaline uğramasına karşın bağımsızlığını hiç yitirmemiş bir toplum.Çok güçlü bir antiemperyalist bilince sahip olması,bölgede en dikkat çeken özelliklerinden birisi.Bunlar güçlü, köklü devlet geleneğiyle ve çok başarılı bir hariciyeye de sahip olması ile birleşince ortaya dünya dengelerini zorlayacak çok güçlü bir siyasal aktör çıkarıyor.
Devlet geleneğine ve bilincine sahip toplumların bir başka önemli özellikleri de “şimdiki zaman”a çakılı olarak yaşamamaları ve geleceklerini bugünlerden başlayarak inşa etmeye çalışmalarıdır.Bu çerçevede İran da,bulunduğu çok kritik coğrafyada,Rusya ve Çin başta olmak üzere bütün Asya ülkeleriyle, Orta Doğu,Afrika toplumlarıyla ve Latin Amerika’da ulusal sol rüzgârlar estiren yönetimlerle yapıcı ilişkiler kuruyor.Hatta doğalgaz ihracatçısı bir ülke olarak Avrupa’da da yakınlıklar oluşturuyor,böylelikle bugününü ve yarınlarını güvence altına almaya çalışıyor.Ancak çok daha önemlisi ve konumuzla ilgili yanı daha başka.İran kendisini,kırk ya da elli yıl sonrasının petrolsüz dünyasına hazırlıyor.Bir petrol üreticisi ve ihracatçısı olarak,çok zor durumda kalmamak için,geleceğin dünyasının belirleyici unsuru olacak nükleer enerji çalışmalarına ağırlık veriyor.Bir başka petrol zengini Suudiler ise-sanki- petrol hiç bitmeyecekmiş gibi davranıyorlar.Yarınlarına yatırım yapmak yerine ABD’nin dümen suyunda Vahhabi yetiştiriyor,Çeçen direnişçileri destekliyorlar,ne kadar boş iş varsa onlarla uğraşıyorlar.İşte devlet ağırlığına sahip İran’la bu anlayıştan çok uzaktaki Suudi Arabistan gibi ülkelerin farkı buralarda ortaya çıkıyor.Peki bu çalışmalar sonunda İran nükleer başlıklı silahlara sahip olmayacak mı,Batı bu konudaki kaygılarında ne kadar haklı?Bu konuda iyimser olmak pek mümkün görünmüyor. İşte böyle bir durumda başlarında fanatik dinsel yönetimlerin bulunduğu İsrail ve İran dünyaya korku salıyorlar.
Aslında İsrail’in ABD güdümünden çıkıp,yarım yüzyılı aşkın bir süredir acı çektirdiği insanlarla ortak noktalar bulabilmeleri olanaksız değil. Buna karşılık Orta Doğu’da karıştırıcılık rolünü terk etmiş bir İsrail’in yaşama hakkına saygı duyduğunu açıklayan İran, en doğrusunu yapmış olmazlar mı ?... Çok fazla hayal kuruyorum galiba!
Bir cümleyle Türkiye-İran ilişkilerine- konu bağlamında- değinmekte yarar var. ABD’nin bölgenin her yerinde Sünni-Şii gerginliği yaratıp, bunu son noktada Türkiye-İran Savaşı ile sonuçlandırmak isteyebilir. Ancak bu oyuna ne Türkiye gelir ne de İran. ABD’ye en yakın AKP Hükümeti’nin de, en az onun kadar ABD yanlısı Genelkurmay komuta kademesinin de bu tuzağa düşmesi mümkün değildir.
Dr. Vakur Kayador
Odatv.com

arşiv