5 dakikada komployu anlama kılavuzu

Yürekler acısı hukuk faciası Balyoz kararıyla tanınan Yargıtay 9. Ceza Dairesi, geçtiğimiz hafta "İstanbul Askeri Casusluk ve Fuhuş Davası"nda da...

Yürekler acısı hukuk faciası Balyoz kararıyla tanınan Yargıtay 9. Ceza Dairesi, geçtiğimiz hafta "İstanbul Askeri Casusluk ve Fuhuş Davası"nda da benzeri bir ""e imza attı. Önce hafızaları bir tazeleyelim: Neydi bu davanın geçmişi?

Mart 2010'da, başarılı deniz subayı Yüzbaşı Yekdane Ebru Ercüment, Norveç'e bir yurtdışı görevine gider. Dönüşte askeri personel kartını ofisinde bıraktığı yerde bulamayan Ercüment, üstlerine kartının kaybolduğunu bir dilekçeyle rapor eder.

Bir ay kadar sonra polise şu alışıldık, kimin yolladığı bilinmeyen, çok da merak edilmeyen ihbar e-postalarından biri gelir. İhbarda birtakım kadınların bir "fuhuş çetesi" oluşturduğundan bahsedilmektedir.Hemen telefon dinlemelerine başlayan polis, hareketli bir özel hayatı ve telefonda arkadaşlarına bu konuları anlatma alışkanlığı olduğu anlaşılan bir albayla ilinti saptar, ve o albay hakkında takip kararı çıkartır. Fakat "trafik sıkışıklığı nedeniyle" (iddianamede böyle diyor) albayın bir ay boyunca takip edilmesinden herhangi bir suç delili elde edilemez Yine de telefon konuşmalarından pek şüphelenilen albayın zaman zaman kullandığı bir evin aranmasına karar verilir. Albay ve evin sahibi olan arkadaşı yokken yapılan aramada hazır bulunan bir komşunun dediğine göre polisler kapı açılır açılmaz yatak odasına girerler ve hop, içinden çeşitli dijital

belleklerin yanısıra albayın hayatı boyunca görev yapmadığı birliklerde giyilen bir denizci üniforması ve şapka çıkan bir çantayı elleriyle koymuş gibi bulurlar. Bir de Yüzbaşı Yekdane Ebru Ercüment'in kayıp/çalıntı kartını.

YANLIŞ ADRES “DOĞRU” DELİL

O günlerde imzasız e-posta ihbarları devam etmektedir, ve tarihimizdeki bu karanlık dönemin en trajikomik hatalarından biri yapılmak üzeredir: Üsteğmen Emrah Karaca hakkındaki ihbar üzerine harekete geçen polis, isim benzerliği nedeniyle yanılıp yine Gölcük'te oturan Üsteğmen Emrah Küçükakça'nın evini basar. Bir kez daha ev sahibi yokken gerçekleştirilen aramada bol bol dijital delil bulunur, yalnız bulunan dijitallerde Küçükakça'nın değil, ihbarın asıl hedefi olan Emrah Karaca'nın adı geçmektedir! Yanlış adrese gidilip "doğru" delil bulunmuştur yani. Bu arada Emrah Küçükakça da "kazaen" davaya dahil olup kendini hapiste bulmuştur ama, "askeri vesayetin kırılması" uğruna olacak o kadar, değil mi?

Yetti mi? Yetmez. Birkaç ay sonra bu kez Gölcük'teki deniz üssünde başka subayların ev ve işyerleri aranır. Subaylar el konulan disklerinin yasanın (sonradan bir şey eklenmediğinden emin olunsun diye) emrettiği şekilde örneklerinin çıkarılıp kendilerine verilmesini talep ederler. Savcı buna imkân olmadığını şu veciz sözle ifade eder:

"Emniyet teşkilatımıza güveneceksiniz. Hem hapse girip çıkmak Türklerde erkekliğin şanındandır."

Nitekim savcının dediği olur, örneği alınmamış dijitallerden "çıkan" belgeler nedeniyle bu subaylar da demir parmaklıkların arkasını boylarlar.

BEBEĞİNİ KAYBETTİ

Tüm bu dijitallerde daha bir sürü kişinin adı geçmektedir; daha yüksek rütbeli subaylar, önemli projelerde yer alan TÜBİTAK görevlileri, fuhuş için kullanıldığı iddia edilen kadınlar, vs. Ayrıca bir sürü doküman, gemi resimleri, yazılımlar, vs. Yoksa bunlar gizli belgeler midir? Adı geçen herkes hakkında yandaş medya linci başlatılır. İddialara göre bir çete TSK içinde örgütlediği fuhuş sistemi yoluyla subaylardan gizli belgeler edinmekte, bunların da turşusunu kurmaktadır! (Çünkü bu casusların onca zahmet edip ele geçirdikleri belgeleri birilerine sattıkları veya bir şekilde kullandıklarına dair bir delil yoktur.)

Ofisinde bıraktığı kartı hiç tanımadığı, son 6 yıldaki on binlerce cep telefonu görüşmesinin hiçbirinde de konuşmadığını belgelediği albayın garsoniyerinden çıkan, adı da dijitallerde "amirallere Deniz Harp Okulu'ndaki kızları servis etme görevlisi" olarak geçirilen Yüzbaşı Yekdane Ebru Ercüment ve denizaltıcı eşi, bebek beklemektedirler. İddianamenin kabul edildiği gün Yekdane Ebru Ercüment rahatsızlanır ve bebeğini kaybeder. "Fuhuş" kelimesi tüm sanıkların çevresini irkiltir, bekledikleri desteği bulamazlar. Tutuklu olanların durumu daha beterdir.

Duruşmalar başlar. Dijitaller, Balyoz davasını aratmayan çelişkiler içermektedir. Albay, "yazar" alanında kendi adı geçen bir dokümanın kaydedildiği saniyede otomobiliyle Boğaz Köprüsü'nden geçtiğini OGS kaydını mahkemeye sunarak ispatlar. Benzer bir saçmalık, sözümona casusluk belgesi kaydettiği anda başka bir soruşturma için savcıya ifade vermekte olan sanığın hikayesidir. Ama biliyorsunuz, yeni Türk hukukunda dijital esas alınır, onunla çelişen hiç bir şey kale alınmaz.

POLİSİN VİKA’SI

Garsoniyerdeki çantadan albayla âlâkasız bir üniforma ve şapka çıkmıştı ya? Albay kendisine ait olmadığını öne sürdüğü çanta ve bu malzemelerin üzerinde parmak izi ve DNA incelemesi yapılmasını ister. Ama o da ne? Çantayla üniforma kaybolmuştur!

Albay, bir arkadaşıyla yaptığı telefon konuşmasında ilk ihbarda da adı geçen "Vika" kod adlı bir kadından bahsetmekle suçlanmaktadır. Buna şiddetle itiraz eder. Telefon konuşmasının ses kaydı getirilip dinlenir. Hiç öyle bir konu geçmemektedir! Varolmayan "Vika"yı konuşma çözümlerine yazan polis memurları yanlışlık yaptıklarını söylerler!

Sanıklar bir darbe de komutanlarından yerler: Genelkurmay (herhalde ters bir cevap verip şimşekleri kendi üstüne çekmemek kaygısıyla) mahkemeye sanıkların dijitallerinde bulunan ve hiç mi hiç gizli olmayan Atatürkçülük, Toplam Kalite Yönetimi gibi konuların ders notlarının, herkesin İnternet'ten âlâsını indirebileceği gemi resimlerinin, kitapçılarda satılan kitapların, hatta ve hatta belki sizin bu yazıyı okuduğunuz bilgisayarınızda yüklü olan ünlü McAfee antivirüs programının "gizlilik derecesi olan" belgeler olduğunu bildirir!

Bütün bu rezilliğin kuşkusuz en utanç verici noktası, dijitallerde örgütün fuhuş için kullandığı yazılan kadınlardan birinin duruşmada bekâret raporunu mahkemeye sunduğu andır.

SAVCI UMUTLANDIRIR AMA…

Özel Yetkili Mahkeme'deki duruşmalar sonuçlanır. Tüm tutuklu sanıklar tahliye edilir, fuhuş ve casusluğun varolmadığı saptanır, ama yine de herkese ceza yağar! Neden mi? Eh, tüm bu dijitaller ve "gizli" belgeler yalan olacak değildir ya! ("Az önce yalan olduğunun saptandığını yazmamış mıydın" demeyin.) Mahkeme sanıkların gizli belgeleri toplayıp turşusunu kuran bir örgütün üyeleri olduğuna karar vermiştir. Bu, malum "dijital delilli" davalar arasında ilk karara bağlananıdır. Avukatlar yüce Yargıtay'ın gerek delillerin toplanmasındaki usulsüzlükler, gerekse de adamın birinde çıkan kolayca değiştirilebilir bir dijitalin içinde adı geçti diye başka birisinin suçlanması saçmalığı nedeniyle kararı bozacağından emindir.

Sonra Silivri'deki Balyoz davası karara bağlanır. Malum, o da benzer saçmalıkta dijital delillere dayanmaktadır. İki dosya da Yargıtay'a gider.

Yargıtay başsavcılığı iki dava için de tebliğnameler hazırlanması için savcılar görevlendirir. Önce "Casusluk" davasının tebliğnamesi çıkar. Okuyanlar umutlanır! Savcı tebliğnamede "Bilgisayar kullanıcı adlarının başkaları tarafından kullanılması ya da oluşturulması mümkündür. Başkalarında ele geçen ve içeriğinde bu sanıkların adlarının geçtiği belgeleri sanıkların temin ettikleri, oluşturdukları, kaydettikleri ya da başkalarına transfer ettikleri dosya kapsamındaki deliller itibariyle sabit değildir" diyerek 13 sanığın beraatini istemektedir. Kısmen de olsa bilgisayarlarla ilgili temel bilimsel gerçekler farkedilmiş görünmektedir.

Bir hafta kadar sonra bu kez Balyoz'un tebliğnamesi hazır edilir. Başsavcılık yukarıdaki sakıncaları aynen taşıyan delillerle yüzlerce insanın mahkûm olduğu Balyoz'da pek bir sıkıntı görmemiştir! Dijitallerin güvenilmezliğinden de hiç sözedilmemektedir.

9. Ceza Dairesi, önce Balyoz davasını ele alır ve daha önce de işlediğimiz gibi

(İLGİLİ YAZI İÇİN TIKLAYINIZ) bilimi kapı dışarı eden korkunç bir kararla yüzlerce insana balyozu indirir. Artık Türkiye'de herkes bir Word dokümanında adı geçti diye 18 yıl hapsedilebilecektir.

Ve geçen haftaya geldik. Aynı 9. Ceza Dairesi nihayet konumuz olan "Casusluk ve Fuhuş Yapmayan Örgüt" dosyasını inceler. Savcının uyarısını kale almaz, "kendisiyle tutarlı" kalarak burada da insanlara sırf başkasının dijitalinde adı geçti diye verilen cezaları gönül rahatlığıyla onar. Balyoz kararında "deliller usulüne uygun toplanmış, yoksa geçerli saymazdık" demiş olmasına karşın bu davadaki delil toplama sorunlarını da, mantık çelişkilerini de görmez. Ama hakkını yememek gerek, 9. Daire bir "sorun"u düzeltir: "Yöneticisiz örgüt olur mu?" diye düşünerek sanıklardan albayla bir binbaşıyı, içinde amirallerin de bulunduğu "örgüt"ün yöneticiliğine (tabii dijitallere dayanarak) terfi ettirerek daha fazla ceza almaları gerektiğini karara bağlar. Böylece aralarında 4 aylık bebeği olan bir kadın subayın da bulunduğu onlarca kişiye hapis yolu görünür.

Şimdi Yargıtay Başsavcılığının konuyu Yargıtay Ceza Genel Kurulu'na götürme hakkı var. Eğer Başsavcılık tebliğnamesindeki kendi (bilimsel olarak doğru) görüşünde diretirse dijital delil rezaleti ilk kez Genel Kurul'un karşısına gelecek. Ne dersiniz, bu kez adalet düzgün çalışacak mı?

Not: Aman söylemeden geçmeyelim; İstanbul versiyonunun "başarısı"ndan mıdır nedir, İzmir'de de her şeyiyle yukarıda anlatılan ucubeye benzeyen ikinci bir "cinsellik soslu casusluk" davası açıldı, orada da onlarca insan yıllara varan sürelerdir tutuklu yargılanmakta!

(İLGİLİ YAZI İÇİN TIKLAYINIZ)

Prof. Dr. Cem Say

Boğaziçi Üniversitesi

Bilgisayar Mühendisliği Bölümü

Odatv.com

cem say bilirkişi raporu arşiv