28 ŞUBAT KÜRT MESELESİNE NASIL BAKIYORDU

Son dönem davaları Zekeriya Öz tarzı bir Helelciliği yarattı. Savcılar önce bir suç tarif ediyor, ardından da iktidar karşıtlarının tüm eylemlerinin...

Son dönem davaları Zekeriya Öz tarzı bir Helelciliği yarattı. Savcılar önce bir suç tarif ediyor, ardından da iktidar karşıtlarının tüm eylemlerinin amacı bu suç olarak yazılıyor. İddianameleri okuyunca "meğer tüm tarih bir iddianame için yaşanmış" diyorsunuz.

12 Eylül mü dediniz? İddianamelere bakın. Meğer soğuk savaşa, sosyalizm- kapitalizm kavgasına, devrimci eylemlere, ülkücü ve İslamcı örgütlenmelere dair bildiklerimiz yanlışmış. Her şey 12 Eylül olsun diye yaşanmış bir kurgudan ibaretmiş.

Ergenekon mu dediniz? İddianamelere bakın. Meğer Kürt sorununa, PKK kalkışmasına, işçi- öğrenci- cumhuriyet mitinglerine, Sivas- Gazi olaylarına dair bilinen her şey yanlışmış. Son 30 yılın tüm fenalıklarını, hükümeti yönetemez kılmak için Ergenekon yapmış. PKK'yı, DHKP-C'yi, Hizbullah'ı, İBDA-C'yi kurmuş ve yönetmiş.

Sanki yeni Türkiye'nin yeni tarihi mahkemelerde yazıyor. Tarihçiler değil, özel yetkili savcılar kaleme alıyor. Ellerinde bir şablon, uysa da, uymasa da diyorlar.

28 şubat kavgasında da tablo aynı. Savcıların da, tartışmacıların da "tarih"i yeni yazılan türden. Aczmendiler aslında askermiş. "Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık" eylemleri karargahın ışıkları yakıp söndürmesiyle başlamış. Ekonomik krizi 28 Şubat çıkarmış. "Yeni Tarih" öyle söylüyor.

Peki gerçekten böyle mi?

Gelin şu illüzyon perdesinin ardına birlikte bakalım.

28 ŞUBAT KİME KARŞIYDI

28 Şubat aslında kime karşı yapıldı? Önceki yazıda (okumak için TIKLAYINIZ) 406 sayılı MGK kararlarının altındaki imzalarda bu sorunun yanıtı var.

Esasen iki özneye: RP'de temsil olan siyasal İslam ve DYP'de temsil edilen Susurluk ilişkileri.

Kuşkusuz 28 Şubat soruşturması sayesinde hepimiz 15 yıl önceye geri döndük. Şükrü Karatepe'nin, Şevki Yılmaz'ın, Hasan Hüseyin Ceylan'ın tehditkar konuşmalarını, tarikatların Başbakanlık konutunda ağırlanmasını, Sincan'daki Hizbullah gecesini, Sivas katliamı sanıklarını ziyaret eden Adalet Bakanı'nı, "kanlı mı kansız mı olacak" diyen Erbakan'ı iftara göre mesai saatleri tartışmasını, "İstanbul'un Fethi" olarak sunulan "Taksim'e cami" kavgasını, kızarması beklenen kadayıfı, cihat çağrılı mitingleri, nihayet Erbakan'ın konuşmalarıyla coşan, coştukça Erbakan'ı ateşleyen tabanı bir daha hatırladık. 28 Şubat o harekete karşı yapıldı. Başarılı oldu mu? Bunu daha sonra tartışacağız. Ancak 28 Şubat ikinci bir yapıyı daha hedef aldı. O da, kendisini PKK'ya karşı gayrinizami harp faaliyetleriyle meşrulaştıran, mafya- siyaset- emniyet üçgenin de paralel bir devlet kuran, taşra milliyetçiliğini söyleminde kullanan Susurluk partisi, özetle DYP idi.

Fethullah Gülen cemaatinin siyasi tercihi de o günlerde Refah Partisi değil, DYP'ydi. 30 Kasım 1994 tarihli Gülen- Çiller görüşmesiyle de kendi hareketinin çizgisini "Menderes- Demirel- Özal-Çiller" olarak tarif ediyordu. (Kürsüden Gönüllere, 27 Nolu kaset) 1992'de emniyet içindeki cemaat yapılanmasını deşifre eden soruşturmanın ardından, Çiller döneminde polis içindeki cemaat mensupları kritik noktalara geri döndüler. (Nedim Şener, Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat, sayfa: 86)

Gülen'in tercihi öyle belirgindi ki henüz Refah- Yol hükümeti kurulmadan, Mesut Yılmaz'ı Çiller ile birlikte hareket etmek için iknaya çalıştı. (Faruk Mercan, Fethullah Gülen, sayfa: 180)

Kısacası Susurluk yapılanmasının temsilcisi DYP'yi destekleyen en önemli dini oluşum Gülen cemaatiydi. Nihayetinde MİT'in Susurluk raporunun hedefindeki 58 kişiden biri de Fethullah Gülen'di.

MİT'İN SUSURLUK RAPORU

Susurluk kazası, aslında herkesin bildiği sırrı konuşulur hale getirdi. Devlet içindeki çete yapılanması devlet raporuyla resmileşmişti.

MİT'in Sönmez Köksal imzalı, 17 Aralık 1996 tarihli raporu, Susurluk kazasında ölen Abdullah Çatlı'nın Mehmet Ağar imzalı resmi polis kimliği kullandığını, uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını, Bucak aşireti ile bağlantılı olduğunu, Emniyet'in operasyonlarında Abdullah Çatlı'yı kullandığını, Haluk Kırcı'nın aranmasına rağmen Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar'la yakın ilişkide olduğunu, Kırcı ve Çatlı'nın Susurluk sanığı polislerle defalarca görüştüğünü somut olarak ortaya koyuyordu. Devlet içinde, suçlularla işbirliği içinde bir örgüt yaratılmıştı. Yapının Azerbaycan darbesinde bile parmağı vardı. Örgüt için dönüm noktası olan tarih 1993'tü. Tansu Çiller, MİT içindeki Kontr-Terör Merkezi, Mehmet Eymür'ün yeniden göreve çağrılmasıyla 1993'te çalışmaya başladı. Abdullah Çatlı ve Yaşar Öz'e pasaport, silah ruhsatı, polis kimliği bu tarihte verildi. Sedat Bucak 1993'te korucubaşı oldu. Mehmet Ağar'la dostluğu bu tarihte başladı. Güneydoğu'da faili meçhul cinayetlerde, hak ihlallerinde bu tarihte patlama yaşandı.

KUTLU SAVAŞ'IN SUSURLUK RAPORU

Kutlu Savaş'ın kaleme aldığı ve Başbakan Mesut Yılmaz'a sunulan 13 Ağustos 1997 tarihli rapor, Refah-Yol'un düşüşünden kısa süre sonra hazırlandı.

Kutlu Savaş raporu da daha önce MİT'in kullandığı Abdullah Çatlı'nın, 1990'da Türkiye'ye döndükten sonra, 1993 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde faaliyete başladığını doğruluyordu. Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın sahte isimle İçişleri Bakanlığı İstihbarat dairesi kimlik kartı, Başbakanlık İstihbarat Dairesi kimlik kartı, yeşil pasaport taşıdığı bilgisi de raporda yer aldı. Yeşil'i MİT'in Kontr-Terör Dairesi, operasyonlarda kullanıyordu. Kutlu Savaş, Yeşil'in işlediği cinayetleri de raporunda aydınlattı. Muş'ta yakalanan 5 PKK'lının yargısız infazı, Bayram Kanat'ın öldürülmesi, Cem Ersever cinayeti, Zeynep Baba ve Şükran Mizgin'in işkenceyle öldürülmesi, Mehmet Sincar- Behçet Cantürk- Vedat Aydın- Musa Anter cinayetleri, raporda devlet içindeki yasadışı oluşumun eylemleri olarak anlatılıyordu. (Nusret Senem, Fethullah Gülen ve Susurluk)

Kısacası Susurluk kazasının ardından ortaya çıkan somut gerçek, hükümetteki DYP'nin devlet içindeki çeteleri himaye ettiğiydi. Ancak Erbakan dahil Refah-Yol hükümeti açığa çıkan ilişkilere ve toplumun aydınlanma talebine "fasa fiso" diyerek gözlerini kapattı. Nihayet MİT'in Susurluk raporundaki 58 kişiden biri de Tansu Çiller'di. TBMM Susurluk komisyonu da 3 Nisan 1997 tarihli raporunda "devlet sorumlularının Susurluk olaylarını örtbas etme gayretlerinin altında hükümetteki rahatlık yatmaktadır" ifadeleriyle Refah-Yol'un Susurluk'u örtbas etmeye çalıştığını tespit etti. Erbakan 15 Ocak 1997’de Susurluk için “konu yargıya intikal etti, artık kimse konuşmasın” derken, TBMM Susurluk Komisyonu’nun Tansu Çiller dahil 12 kişinin dinlenmesi için hazırlanan fezlekeyi imzalamadı. Erbakan, Susurluk’a öyle arka çıktı ki Abdullah Çatlı- Sedat Bucak görüşmelerini 16 Kasım 1996’da “milletvekili milletin vekilidir. Herkesle görüşür. Aranan kişilerin de hakkı vardır. Milletvekilinin, aranan bir kişinin hakkını savunmak için aynen bir avukat gibi görüşmesinde mahsur yoktur.” Sözleriyle yorumladı. Sedat Bucak, Erbakan’a bu açıklamalarından dolayı teşekkür etti. Adalet Bakanı Şevket Kazan “Susurluk olayı ile ilgili süper savcıya gerek yoktur; DGM Başsavcısı süper savcıdır, ‘polis, mafya, Meclis’ diye bir kavram söz konusu değildir.” Diyerek DGM savcısının Mehmet Ağar ve Sedat Bucak hakkındaki dokunulmazlık fezlekesini iade etti.

MERAL AKŞENER DAVASI

Bugünlerde 28 Şubat sebebiyle sıkça televizyona çıkan isimlerden biri de MGK kararlarının altında imzası bulunan İçişleri Bakanı Meral Akşener, “Kurşun atan da yiyen de” sözünün mucidi Mümtazer Türköne gibi 28 Şubat mağduru olduğunu söyleyen Akşener’in en çok şikayet ettiği isim ise dönemin Emniyet Genel Müdürü Alaattin Yüksel. Gençlik yıllarından beri Abdullah Çatlı'yla arkadaş olan Akşener'in Yüksel rahatsızlığını Enis Berberoğlu, "Susurluk: 20 Yıllık Domino Oyunu" kitabında ayrıntılarıyla anlatmıştı. Emniyet Müdürü, Çatlı'nın 10 tane ve silah ruhsatına sahip bulunduğunu, bunları verenin Mehmet Ağar olduğunu, Çatlı'nın silahlarının kaynağının Özel Harekat Dairesi olduğunu belgeleriyle açıklayınca Meral Akşener'in hışmına uğradı ve bir gecede görevden alındı.

28 ŞUBAT TASFİYESİ

28 Şubat süreci ezeli ve ebedi değildi. Refah- Yol hükümetinin kuruluşu ile ordunun tehdit algısı değişti. Bu da 28 Şubat sürecini başlattı. Sürecin mimarlarından Oramiral Güven Erkaya, Ocak ayı MGK'sında şunları söylüyordu:

"PKK tehdidi ikinci plana düşmüştür. Tehlike üç boyutludur:

1- Laik Cumhuriyet'e yönelik tehlike

2- Çoğulcu demokrasiye yönelik tehlike

3- Sosyal hukuk düzenine yönelik tehlike" (Fehmi Çalmuk, Erbakan'ın Kürtleri, Sayfa: 189)

İrticadan sonra çoğulcu demokrasiye ve sosyal hukuk düzenine yönelik tehdit saptaması dikkat çekiciydi. Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi de irticanın yanı sıra devlet içindeki çete oluşumlarını tehdit olarak kabul ediyordu. RP ile ordu arasındaki gerginlik bir yana DYP ile ordu arasındaki gerilimin nedeni bu "paralel devlet" örgütlenmesiydi. Meral Akşener'in İstihbarat Daire Başkanlığı'na getirdiği Bülent Orakoğlu'nun "Artık ordu, polise sormadan ihtilal yapamaz. Yedi bin kadar özel eğitilmiş ağır silahlı özel harekat polisi var..." sözlerinin anlamı çıktı.

TSK, Gülen cemaati hakkında, daha o günlerde "Gülen'in Emniyet Teşkilatına olan ilgisinin arkasında, asker karşısında alternatif bir güç oluşturma gayreti yatmaktadır" tespitini yapıyordu. (Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı, "İrtica Ne Durumdadır" raporu)

28 Şubat, bu paralel örgütlenmenin o günkü siyasal ayağı olan DYP'yi de tasfiye etti. Bugünlerde Mehmet Ağar'ın giydiği hüküm dahil, Susurluk'un 14 önemli ismi için yargı süreci o gün başladı. Devlet kurumlarının gözünün önünde özellikle Güneydoğu'da katliam yapan Hizbullah tasfiye edildi. Emniyet'in ağır silahları alındı. Ankara Emniyet Müdürlüğü polis içinde Gülen soruşturmasını başlattı. Sedat Peker, Alaattin Çakıcı gibi isimler yurtdışından getirilerek tutuklandı.

Elbette Türkiye'de devlet görevlilerinin hukukun dışına çıktığı olaylar ne 1993'te başladı, ne de 1996'da bitti. Ancak Türkiye'nin doğusunda "93-96 konsepti" olarak bilinen olağanüstü süreç 28 Şubat tasfiyesiyle son buldu.

28 ŞUBAT VE KÜRTLER

28 Şubat süreci, 93-96 konseptinin uygulayıcılarını siyaset dışına iterek Kürt sorununun çözümünün de imkanını yarattı. Abdullah Öcalan, PKK'nın yayın organı Serxwebun'da 28 Şubat'ı "Yeni Anayasa Tamimi" olarak tanımlayarak herkesi şaşırttı. Nihayetinde Anayasa Tamimi, 19 Haziran 1919'da, Cumhuriyetin kuruluş sürecini Atatürk'ün 3 generalle birlikte başlattığı olaydı. Bir dil sürçmesidir diye düşünürken, Öcalan Genelkurmay Karargahı'na tam da "Anayasa Tamimi" benzetmesine uygun olarak "Cumhuriyeti beraberce yeniden yapılandıralım" önerisini içeren bir mektup yazdı. Mektup, yine PKK'ya yakın Özgür Halk Dergisi'nde yayınlandı. (Okumak için TIKLAYINIZ)

28 şubat sürecinin Kürt sorununun çözümünde yeni bir aşama olduğunu, Cengiz Çandar da TESEV için geçen yıl hazırladığı "PKK Nasıl Silah Bırakır" başlıklı raporda şöyle tarif etti: "Aslında Öcalan'ın askeri yetkililerle teması 1997 yılında, Türkiye'de '28 Şubat sürerci' adı verilen askeri müdahale döneminde başlamıştır. Öcalan ile o dönemde Bursa Hapishanesi'nde yatan PKK yetkililerinden Sabri Ok ve Muzaffer Ayata üzerinden kurulan temaslar, Öcalan'ı 1 Eylül 1998 tarihinden başlamak üzere 'ateşkes ilanı'na götürmüştür." (sayfa 44)

Cengiz Çandar, raporu hazırlarken PKK'nın önemli isimlerinden Muzaffer Ayata ile Kasım 2010'da Berlin'de görüştü. Çandar, Ayata ile görüşmesini raporda şöyle anlatıyor: "Muzaffer Ayata, kendisiyle Kasım 2010'da Berlin'de yaptığımız görüşmede, 1997'de Bursa Cezaevi'nde hapis yattığı dönemde kurulan temasları anlatmıştır. Kendisi ile Sabri Ok'un, kendileriyle temas kuran askerlerin Kürt meselesi konusundaki bilgilerinden ve özellikle tahlil yeteneklerinden çok etkilendiklerini, bunun üzerine Bursa Cezaevi'nden telefo aracılığıyla, o sırada Şam'da bulunan Abdullah Öcalan ile temas kurarak, 'askerlerin ciddiyeti konusunda liderlerini ikna ettiklerini' belirtmiştir."

Çandar'ın raporunda belirttiğine göre 28 Şubat sonrası görüşmeler böyle başladı. Öcalan'ın da ikna olması üzerine temas kuruldu. 28 Şubat'ı yapan askerlerin görüşmelerde öne sürdükleri şartı Çandar raporda Ayata'nın ağzından şöyle aktardı: "Ayata'nın anlattğına göre askerler, 'İslamcılığın bir numaralı tehdit olarak görüldüğü' bir zaman diliminde PKK'ye sorunu çözme amaçlı olarak yaklaşmışlardır. Türkiye'den ayrılma talebinin olmaması halinde her konunun konuşulabileceğini bildiren askerler, görüşmelerin başlayabilmesi için PKK'nın ateşkesi ilan etmesini şart koşmuş, bunun karşılığında PKK'ye yönelik operasyonların durdurulacağı taahhüdünde bulunmuşlardır."

Ayata, Çandar'a anlattıklarını Ocak 2011'de Tempo Dergisi'ne de anlattı. Abdullah Öcalan ise 20 Mayıs 2011 tarihinde Forat Haber Ajansı'nda yayınlanan açıklamasında Ayata'nın söylediklerini doğrulayarak şunları ekledi:

"Bu dönemde (İsmail Hakkı) Karadayı, daha sonra Kıvrıkoğlu, her ikisi de savaşı sınırlandırmak istiyorlardı. Onlar da silahların susmasını, çatışmaların bitmesini, silahlı güçlerin bir yere toplanmasını, ondan sonra çözüme dair her şeyin konuşulabileceğini söylüyordu. Bize de haber gönderdiler." Öcalan açıklamasının devamında "ben onların savaşı sınırlandırma isteğine karşılık verdim. Çözüme şans tanıdım." Diyerek o dönemin gerekçesini açıklıyordu.

28 Şubat'ın Türkiye siyasetine getirdiği dönüşümün "siyasal islam" gölgesinde kalan ve çok tartışılmayan yanı böyle. Aslında tartışılan geçmiş değil bugün olduğu için, bunların hiç konuşulmaması sürpriz değil.

Peki, 28 Şubat siyasal islamı nasıl dönüştürdü? Onu da bir dahaki yazıda tartışalım.

Barış Terkoğlu

Odatv.com

28 şubat abdullah öcalan kürt sorunu arşiv