ÖNCE YILGINLIĞA HAYIR

Sevgili Mümtaz İdil’in dediği gibi “yazmaya tıkandım mı” diye düşünüyorum, hem de yazacak o kadar çok şey var iken… İlkokul sıralarında, sözcüklerin...

Sevgili Mümtaz İdil’in dediği gibi “yazmaya tıkandım mı” diye düşünüyorum, hem de yazacak o kadar çok şey var iken…

İlkokul sıralarında, sözcüklerin hünerlerine dayalı oyunlar oynardık. Bunlardan biri de Mustafa Kemal Atatürk’ün neler yaptığının iki kelimeyle anlatımına ilişkin soruydu. Yanıtı, “neler yapmadı ki” diye verirdik. Şimdi aynı soruyu yaşadığımız döneme uyarlarsak, yanıt “neler yaşanmıyor ki” olur her halde… Edilgen toplum için doğru yanıt “neler yaşatılmıyor ki” de olabilir.

1980’lerden bu yana neler yaşanmadı ki… Demokrasinin, hukukun ve insanın bir anda beş Generale ve silaha teslim edildiği bu Ülke, aynı beşlinin “1 Nolu” bildirisiyle başlayan direktif ve yasaklarına “hukuk” diyerek yaşamını sürdürdü. “Faşist askeri darbe” kendisini meşrulaştırırken, aslında, emperyalizmin, ekonomiden devlet yönetimine, kültürden toplum yönetimine kadar şekillendirdiği yeni politikalarını da meşrulaştırdı. Öyle meşrulaştırdı ki, Anayasalı ve seçimli sisteme geçilmesi dahi durumu değiştirmedi, hatta pekiştirdi. 31 yıldır emperyalizmin ve kapitalizmin dünyaya yaşattıkları Türkiye’ye biçilen rolün de iyi senaryolaştırıldığını ve oynandığını gösteriyor. Rolünü, o senaryoya uygun ve iyi oynayanlar iktidarlarını sürdürüyorlar, seyircileri de eksilmiyor. Seyirci olmayan ve olmak istemeyenler azımsanamayacak oranda da olsa “bir arada” değil, yılgın. Galiba büyük sorun bu…

Bir arada olmamak ya da olamamak, ezilenlerin ve sömürülenlerin kendi “diriliş” senaryolarının yazılmasını da engelleyen en büyük etken. Temel sorun ise “sınıfsal bakışta” buluşamamak; tek tek bakar iken, topluca asıl düşmanı görememek…

Susturulan üniversiteler, susturulan demokratik kitle örgütleri, kapatılan sendikalar, sözde sendikalı olup kapitalizmin tüm isteklerini yerine getiren emekçiler, kendilerini işten atarak işsiz bırakan patrona oy veren işçiler, sisteme hizmet etmeyi demokrasi olarak sunan basın, farklı yazana tahammül edemeyen basın patronları, gazetecilerin yazdıklarından farklı gerekçelerle demir parmaklıklara atıldığını söyleyen siyasiler, Cumhuriyetin temel ilkelerini ve kurumlarını yeniden filizlenmeyi engelleyecek şekilde budamayı demokrasi zaferi ilan eden iktidar, siyasal yönetim yandaşlığıyla hareket etmeyi “bağımsızlık” olarak niteleyen yargı, okunması mümkün olmayan iddianame yazanlar, ucu belirsiz davalara ve tutukluluklara “yargı kararı” sığınması içinde bakanlar, milletvekilini hapiste tutanlar, artık günlük hale gelen sınav skandallarını kanıksayanlar, kadına şiddeti ve töre cinayetlerini kanıksayanlar, işsiz kalmayı sermaye birikimi uğruna içine sindirenler, kapitalizmin finansal oyunlarını ekonomi sananlar, açlığını bir tabak çorbaya satan ama açlıktan kurtulamayanlar, borçlu olduğu halde alt geçitleri granitle döşeyen belediyeler, oruç tutmayana din uğruna dayak atanlar, içki içeni toplum dışına itenler, ücretsiz eğitim isteğini dile getiren öğrencileri hapse atanlar, büyümede birinciyiz deyip cari açığı görmeyenler, tüketim ekonomisi ile öğünüp ithalata dayalı ekonomiyi yok sayanlar, kapanan işyerlerine “iyi yönetselerdi de kapanmasalardı” diyenler, sermaye önlem istediği zaman gereğini yerine getirdiği halde meydanlarda işsizim diyenleri karga tulumba ettirenler, sermayenin tahakkümüne göz yumup zekatı sosyal devlet diye sunanlar, vergi yükünü dolaylı vergilerle düşük ve sabit gelirlilerin üzerine yıkıp vergi gelirimiz artıyor diye sevinenler, vahşi kapitalizm batağından kurtulmadan özerklik ilan edenler, demokrasiyi çoğunluk sananlar, adaletsizliği adalet diye sunanlar, kendi demokrasilerinden ödün vermeyip Türkiye’de yapılanları olağan karşılayanlar, darbe yapanlara dokunmayıp darbe iddialarını sonuçlandırmadan insanları suçlu ilan edenler, kimi yolsuzluk dosyalarına el koyarak korumaya alanlar, faşizm sözcüğüne alınganlık göstererek “kahrolsun faşizm” yazan lise öğrencisini “terör örgütü propagandası” yaptığı gerekçesiyle tutuklayanlar… Yazdıkça uzar; yazmaktan yorulduğum için değil, okuyucuyu yıldırmamak için kestim.

Yaşanan ve yaşatılan her bir olay uzun uzun tartışılabilir. Medya, basında ve evlerdeki elektronik kutularda bolca tartışıyor ve tartıştırıyor da. Ancak, ağırlıklı olarak polemik içinde yapılan günlük tartışmalar, “özgürlük ve demokrasi” görüntüsü dışında bir anlam ifade etmiyor. Egemen ne istiyorsa onu yapmaya, “başkalaştırmaya” devam ediyor. Toplum da sözde özgür tartışma ortamında, özü görmeden avunup gidiyor; başkalaştırmaya dur dahi diyemiyor. Dur diyemiyor ki, kendi yolunu açsın.

Şimdi düşünelim; hangi eylem ya da işlem, emperyalizmin ve onun ekonomik politikalarının dönüştürülmesine, hangi derecede katkıda bulunuyor? Düşünen, öfkelenen, tepki gösteren, direnen ve başımıza gelenleri tersine çevirecek gücü taşıyan insan tipi nerede? İlkeleri ve hedefleri olmayan, sömürgen ne yapıyor ya da yaptırmak istiyorsa ona edilgen olarak katılan, sahnede oynana oyuna kayıtsızca seyirci kalanların arasında eriyip gittiğimizin farkında mıyız? Sustuğumuz her an, kendimizle birlikte milyarlarca insanı batağa daha fazla itmiyor muyuz? Kapitalizm, dinsel ve etnik sömürü kendi haklarını korurken demokratik oluyor da ezilen, sömürülen, emeğinin karşılığını alamayan hakkını ararken demokrasi düşmanı mı oluyor? Tutunanın hakkı için tutunamayanı şekillendiren hukuk, adalet mi dağıtıyor? Demokrasi ve hukuk kimlere hizmet ediyor? Susmak ve yılgınlık kimlere hizmet ediyor?

Yılgınlık, kapıyı çalmada inatçıdır. İçeri girmesine izin vermemek gerekiyor; o, “sürüsüne” herkesi katmak için ne kadar ısrar ederse, girmemek için ondan daha fazla direnmek gerekiyor. Yılgınlık çürütür; çürüme yavaş ölümdür, farkına varılmadan yıkar gider. Daha kötüsü, sömüren, kendi varlığını sürdürmek için öldürmek yerine köle gibi yaşatmaya devam eder, uzun aralıklı kısa bakımlar yapar. Lokomotifin çalışması için kömürle birlikte emekçiye gereksinim vardır. Sömürülen olmadan sömüren yaşayamaz.

Toplumsal çürümeyi görüp, yapması gerekenleri yapmayanlar, en az çürümeye terk edenler kadar sorumludur. Asıl düşmanın sınıfsal olduğunu görmeden, her gün avucumuzun içinden kayıp giden insanlığımıza bakmaya devam edersek, el sallamaktan başka yapacak işimiz kalmayacak; yalnızca yolcu göndereceğiz, sınıfımız boşalacak. Yolcu karşılamak, göndermekten daha mutlu etmez mi?

Ali Rıza Aydın

Odatv.com

toplumsal çürüme askeri darbe demokrasi arşiv