NİHAT GENÇ: DİKKAT! UZUN YAZI

DAĞILDILAR ARTIK BİR DAHA DÜŞÜNMEYE DEVAM EDECEK DURUMDA DEĞİLLER

(18 Haziran Oda Tv duruşmasını endişeyle beklerken iki satır yazı yazacak durumda değilim, olsun, hayat işte, laflarız biraz.)

Taraf ve Radikal okuyan biçimsiz bir şeye benzemeyen hepi topu üç-beş bin çok akıllı bir kabile var, onları anlatmaya çalışacağım, bilmem becerebilecek miyim?

Roma’yı yıkan merhametsizliğidir.

Geçenlerde vefat eden ünlü ressam Ömer Uluç yıllarca ‘hortumlara’ taktı, hortumları düğümleyerek uzaylı yaratıklar, hortlaklar, cinler, tuhaf yaratıklara yıllarını verdi, Uluç’un bu ‘hortum yaratık’ takıntısına deli diyenler dahi çıktı.

NİHAT GENÇ: DİKKAT! UZUN YAZI - Resim : 1

Şimdi Uluç’tan özür dilemenin zamanı, çünkü Ömer Uluç, bugünlere damgasını vuran duygusuz insansız başka bir ‘tür’ün hayatımıza girdiğini hepimizden önce gördü ve salonlar dolusu ‘hortumdan hortlaklar’ üretti. (Mesela bu hortum heykellerin en güzeli ‘prenses’tir, internete ‘Ömer Uluç Prenses’ yazarsanız karşınıza gelir.)

Hortum bildiğiniz hortum, içi boş, kafaları gözleri boş, ve iç içe düğümlenmişler, tam da günümüzün moda bir karakterini tanımlıyor, duyguları boşaltılmış bir nesil.

Aslında yazımın başlığı ‘cisimsizler’di, 1985 yılında Paris’te açılan ‘kavramsal sanat’ın çok önemli bir sergisinin adı. Kavramsal Sanat adını duymuşsunuzdur, heykele resime benzemez, daha çok nesneler ve düzenlemesiyle derdini anlatmaya çalışır. Diyelim mutfaktan bir çaydanlık ve çamaşır makinesi. size annenizi ya da teknolojiyi ya da evinizi ya da bu nesnelerin türlü çağrışımlarıyla size bir şey anlatır, mesela Ömer Uluç da hortumları düğümleyerek acayip ve günümüze damgasını vuran yeni romanımızın kahramanını yaratmış.

Dikkat ederseniz hayatımızdaki nesneler kodlanmıştır, diyelim gazete parçası size matbuatı medyayı anlatır, diyelim bir kalas kütük size ormanı doğayı, diyelim gazete parçasıyla kütük yan yana gelmişse size yok olan doğayı anlatabilir, tabii bu söylediklerim işin a, b, c.’si dahi değil, mesela Uluç’un hortumları size teknolojinin ve teknolojinin yarattığı bir ucubeyi anlatır.

Şöyle daha iyi anlatabilirim, ilk gençlik yıllarımda kendimce yazı denemeleri yapıyorum, eski çalışma masamın çekmecesini açtım ve içindeki ıvır zıvırların hem bir dökümünü hem de hikayelerini anlatmaya koyuldum, bir tırnak makası, bir elektrik faturası, iğne, kırık bir kemik tarak, tükenmiş tıkanmış ama atılmaya kıyılamamış bir dolmakalem, sigorta atınca çaresiz kalmayalım diye ince bakır teli, vs. vs.

Bu nesnelerin her birinin bir ‘dili’ var, aynı zamanda hayatımı anlatan roman tarafları var. Ve asıl bu nesnelerin çekmecenin içinde rastgele duruşlarında ruhumun düzeniyle bir ilişkisi var, Uluç’un birbiri içine düğümlenmiş hortlaksı hortumlarının siyasi sosyal hayatımızla derin bir ilişkisi olması gibi.

Böyle bir şey işte, nesneleri tiyatro oyuncuları gibi sahneleyerek konuşturmak ve bu nesnelerin düzeniyle iletişimi geçmek, kavramsal sanat işte bu.

Sıkmayayım sizi, Ankara’da Sıhhıye’ye doğru ilk gençlik yıllarımızın kitapçı dükkanlarının olduğu Zafer Çarşısı vardı ve Zafer Çarşısı içinde büyükçe bir sergi salonu. Türkiye’nin bir çok büyük ressamını burada tanımakla kalmadım sergilerin ıssızlığı arkadaşlığımızı ilerletecek ve koyulaştıracak boş zamanların çoğalmasına yarıyordu.

Anlatacaklarım şaka gibi dünya gözümle gördüm, sanatçı, kapının hemen girişine kullanılmış atılmış çöpsü eşyalar, metal, radyo parçası, teneke kutularla bir ‘düzenleme’ (enstelasyon) hazırlıyor, tam o sırada sergi mekanından ayrıldı, helaya gitmiş olabilir ya da bir dinlenme çayı içmeye. Pasajın çöpçüsü, sanatçının sabahtan beri santim santim uğraşa didişe dizdiği nesnelerin hepsini çöp kovasına doldurdu, yetmedi, kovanın üstüne çıkıp ayaklarıyla çöpler üzerinde sıçrayıp preslemeye başladı, sıradan bir Levent Kırca esprisi, önemi yok.

Kırk yaşlarında bir bayan sanatçıydı, geri döndüğünde özenle karıştırılmış saçlarını bu sefer cinnetle yolmaya başladı, deliye döndü öfkeden duvarlara tırmanıyor, orman yangınından kuyruğu tutuşmuş bir tilki gibi pasaja daldı çöpçüyü arıyor, öldürecek.

Birkaç gün sonra kendine gelince, sanatçı hanıma, çöpçünün ‘sanatı’ çok daha ilham vericiydi, dedim. Ben olsam sergiyi yeniden düzenlerim ve aynı nesneleri bir büyük çöp kutusuna doldurup ben de sanatçısı olarak durmaksızın çöplerin üstünde tepinirim. Sergiyi gezenler çöp kutusu üstünde tepinen sanatçının öfkesiyle karşılaşır. Ve daha ötesi, kullanılmış işi bitmiş artık bir şeye yaramayan eşyaları çöpe atarak cezalandırmamız yetmiyor, ruhumuzdan bedenimizden bir türlü çıkartıp atamayışımızı da anlatmış oluruz, diye ilave ettim, biraz iğneleyici eğlence olsun diye.

(Ömer Uluç sanki işe yaramaz kullanılmış atılmış bu hortum parçalarının çöpe gitmediğini, yeni tür bir varlık olarak içimizde yaşamaya devam ettiğini anlatıyor olmalı.)

Çöpe attığımız ama hayatımızdan bir türlü çıkartamadığımız nesnelerin aslında bedenimize yapışık olduğunu… Çöpe atarak kurtulamayacağımızı belki de o nesneleri ‘kullandığımız’ için o nesneler başka bir şekil kazanıp içimizde yaşamını devam ettirdiğini…

Ve hepimiz kullanılmış eşyaları kıyıp parçalayıp ezip çürütüp biçimlerini bozmak isteriz, ya da kullanıp işi biten nesneleri ebediyen hayatımızdan çıkartmak için üzerlerinde öfkeyle tepiniriz.

Aslında sadece eşyaları değil asıl önemlisi işi bitmiş eşyaya dair öfkemizi boşaltarak onlardan kurtulabileceğimizi düşünürüz.

Bu hikayeyi niçin anlattım, yıllardır bir takım siyasi kavramlarla ne yapmaya çalıştıklarını anlamadığımız adına çeşitli liberal, demokrat, Avrupacı sol denilen insanların bugün içine düştükleri durumu bir başka türlü anlatmak için.

Altı yıl kadar önce bir üniversite konuşmama Ufuk Uras’ın ÖDP’sinden gençler engel oldu ve bana karşı bir bildiri yayınladılar, bildiride, Nihat Genç Kıbrıs Rum Tezlerine Karşı Geliyor diye yazdılar.

O yılların Radikal II’sini hatırlarsanız burada şaşılacak bir durum yok, son on yılda, adına liberal, demokrat ya da Avrupa solcusu denilen insanlar AKP’yle ittifak kurup, önce AB’ye girmekte anlaştılar. Üstelik akıl almaz aşağılamalara katlanıp her tavizi fol yok yumurta yok peşinen vererek.

Sonra aynı tuhaf ittifak Ermeni tezlerini savunmaya başladı, özür dilemeler, karşılıklı gidip gelmeler. Sonra aynı ittifak Irak’ın işgaline milyonlarca insanın ölümüne sessiz kaldılar, çünkü Barzani’nin federasyonunu destekliyorlardı.

Aynı ittifak özelleştirmelere hiç karışmıyordu, madenler kime peşkeş çekiliyor hiç umurlarında değil, çalışma yasaları, iş akitleri, işten çıkarmalar, sendikalara da…

İşsizlik konuşulduğunda sessizliğe bürünüyorlardı, açın son yirmi yılın yazılarını, sendikal hakların hayrına tek bir numüne yazıları yoktur.

Velhasıl Ermeniler’in, Kuzey Irak Kürtleri’nin, Rumlar’ın, Avrupalılar’ın bütün istekleri cici güzel ileri demokrasiydi.

Yahu durun kime niye neyi veriyorsunuz diyenler, faşist, gerici, küflenmiş zihniyet, köhnemiş bürokrasi, askeri vesayetten yana ‘dinazorlardı.’

Ve bunları yaparken kavramları da işi bitmiş hortumlar ya da kullanılmış metal parçaları gibi kullanıp ‘bağımsızlık’ ‘anti-emperyalizm’ ‘ulusalcılık’ ‘kemalizm’ gibi yaftalayıp çerçeve içine alıp zehirli bölge ilan ettiler.

Çerçeve içine alınanlar ölsün, içeri tıkılsın, yok olsun, bu çağda olur muymuş, bunlar Saddamcı diyen şimdi utanıp çöpe attıkları onbinlerce yazı yazdılar.

Kardeşlerim, herkes bir hayat yaşadı, yirmibeşi geçen kitaplarımın ilkinden bugüne bir daha bakın. Her yazarın baş tacı olmazsa olmaz taviz vermeyeceği ilkellerin önünde, insan hakları ve evrensel değerler gelir.

İkinci sıraya her yazar gibi, insani değerler, vefa, arkadaşlık, bölüşmek gibi değerleri koydum.

Üçüncü sıraya insan onurunun vazgeçilmez en büyük değeri bağımsızlığı yazdım. Dördüncü sıraya nihayet şahsi siyasetim politik görüşlerime ayırdım, yani siyasal ve sosyal bölüşüm değerlerini işledim…

Otuz yılını dolduran profesyonel yazarlığımın yukardan aşağı yüksek değerleri işte bu sıralamayla oluştu.

Bir de şaşkınlıklarımı yazdım, yani, şunu hiç anlamadım. Diyelim Kıbrıs Rumları, diyelim Ermeniler, diyelim Kürtler’le ilgili her sorunda, ne olmuş canım vatan toprağını verelim gitsin diyen düşünceye dünyanın herhangi bir tarihi herhangi bir coğrafyasında eşine benzerini rastlamadım. Yahu ne oluyor kafayı yemiş bunlar diyerek karşıladım, Uluç’un hortumlarını görene kadar.

Kendi şahsi evlerinden büyükanne yadigarı bir kilimi bir yeşil örtüyü asla vermeyecek insanlar, her politik çıkmazda özgürlükçüyüz deyip özgürce sallıyor, özgürce ülke kurumlarını madenlerini ve topraklarını babalarının malı gibi bağışlıyorlar.

Kardeşlerim, bir ülke siyasal ve sosyal özgürlüklerin önünü ütopik sınırlara kadar açabilir, hatta siyasi tavizler verebilir, ekonomik tavizler verebilir hatta ağır tazminatlar ödeyebilir, tamam da ‘toprak’ vermek ülkeyi yağmalatmak ne demek?

Bir de ‘bağımsızlığınızı’ AB gibi bir kuruma devretmeyi, yani bir ‘iktidar’ devrini hiç anlamadım. Sizin meclisiniz sizin temsilciniz sizin yönetiminiz değil, dışarıdan birileri sizi yönetecek, Uluç’un hortum adamlarını görene kadar.

Yani Hindistan yani Amerika yani Güney Afrika yani Fransa yani Rusya yani kim bağımsızlığını ve toprak’ını devredebilir, terk edebilir, vazgeçebilir, böyle bir şeyin akılla felsefeyle özgürlükle siyasi haklarla ne alakası var, deyip yırtındım ve o gün bugün hala bu özgür kafayı anlayabilmiş değilim,Uluç’un hortumlarını görene kadar.

Velhasıl o günlerin Radikal II’sinde ve sonra Taraf Gazetesi’nde ne idüğü belirsiz metal parçalarla düzenlenmiş bir özgürlük yaygarasıdır koptu. Ve toprak ve bağımsızlık devri ülkemizde en kutsal özgürlüklerden sayıldı. Sonra tartışma konusu haline getirildi sonra gizli müzakerelere başlandı, sonra açılımlar oldu, sonra toprak ve bağımsızlık devredilemez terk edilemez diyenlerin hepsi ya susturuldu ya İÇERİ TIKILDI. Ve sahte belgelerle operasyonlar düzenlenmeye başlayınca ‘hortum adamlar’ sırıtarak gülmeye aralarında güya şakalaşmaya başladı.

Bu tuhaf liberalleri, bu acayip uzaylı demokratları, medyadan tanıyorsunuz, ancak bunların bir de orta boyları küçük boyları var. Üzümlüsü var çörek otlusu var, çoğunu yakinen tanırım. Açıyorum twitlerini neyi okurlar ne konuşurlar inanın çözebilmiş değilim. Bu yüzden derdimi kelimelerle değil ‘kavramsal sanat’ gibi başka bir dille anlatmayalım deyip bu yazıyı kaleme aldım.

Eski şipşakçi üç ayaklı sokak fotoğraflarının bir de ‘arap’ları olurdu. Bu insanlar kapalı bir kabile gibi içimizde yaşıyorlar. Sonunda anladım bunlar Kuzey Kore’nin Arab çekilmiş fotoğrafları gibi. Kuzey Koreliler ağlıyor bunlar topluca sırıtıyor.

Okunan düşünülen değil bakılan hissedilen, algılarıyla düşüncelerini yönlendiren, kolaj yapıştırma, bir yığın derinliği olmayan intiba’ların (izlenimlerin) sahipleri. İstanbul Ankara gibi büyük şehirlerde dar bir yazar kadrosu dar bir koridor içinde kafeslendiklerinin farkında dahi değiller.

Hatta İslamcılığa sosyolojik, tarihsel, ideolojik olarak değil ‘kavramsal sanat’ gibi yaklaştılar. Şöyle, hem İslamcı hem Ermeni tezlerini kardeşçe özgürlükler içinde desteklediler. Hem İslamcı hem AB’ci tezleri özgürlükler adına desteklediler. Yani tuhaf nesneler tuhaf arzular tuhaf ideolojilerle yan yana geldi. Uzatmayalım, tarihin gerçekliğine diyalektiğine karşı işediler, eşindiler ve birbirlerini yaladılar.

Sonunda olan oldu, özgürlükçü kardeşleri İslamcılar AB’den, Ermeni ve Rum tezlerinden aniden vazgeçti ve bu Kuzey Kore’nin Arapları önce heykellerin iktidarın siyasi nefretiyle vahşice yıkıldığına tanık oldular.

Sonra Beyoğlu’nun sereserpe sokaklarının tekrar Osmanlı günlerindeki gibi cumbalaştığına şahit oldular. Sonra tiyatrolar, sonra 4 4 4, sonra dün kim yazdı twitter’e ‘mastürbasyon konusunda iktidarın yeni bir açıklaması var mı?’ diye, bu geyiği dahi komik değil gerçek kılacak en mahrem en temel insan hakları kazanımlarının kökten tasfiyesine kadar geldi iş.

Şimdi kamuoyunda çok pişman olduklarına dair genel bir kanaat oluştu. Bu pişman oldular düşüncesine katılmıyorum, Uluç’un hortumlarını hatırlayın, bomboş gözlerle bakıyorlar.

Kardeşlerim, Ergenekon ve Balyoz nasıl bir operasyon ise, bu sırıtan arkadaşların algılarını da yöneten çok ciddi bir ‘düzenleme’ vardı. Onların okuduğu gazeteler de bir tertipti.

Ve sonunda İslamcı köktenci radikal çöpçüler, hepsini kovaya doldurup üstünde öfkeyle tepinmeye başladı.

Çöp kovası içinde preslenen bu arkadaşlar, bir daha dönüp okudukları gazeteler tarafından nasıl bir ‘çerçeve’ içine alındıklarını görürler mi? Anti-emperyalizm, bağımsızlık gibi kavramlar da aynı çevreler tarafından ‘çerçeve’ içine alınıp bu plastik beyinlere niçin düşmanlaştırıldığını bir gün anlarlar mı?

Algıları düzenledi, üstelik birkaç parça kelimeyle: ileri demokrasi, yetmez ama evet, etnik haklar, AB’cilik, bir sonsuz özgürlükler şelalesi gibi sunuldu.

Sosyolojik ve tarihsel birikimleri zaten yoktu, havalı isimler, havalı dergi kapakları havalı sitelerde, bu arkadaşların beyinleri birkaç kelime birkaç sloganla, kelimenin tam anlamıyla ‘bu cici bu kaka’ ‘bu cızz’ diye çocukça yönetildi.

Beyinlerinin çöplerle iptal edildiğini anlayacak iradeden zaten yoksundular, çünkü operasyonun özne’si değil eğilip bükülebilen plastik kullanılmaya hazır gönüllü nesneleriydiler. Bütün birikimleri şuydu, kim kime ne demiş, onu bunu küçümsemeler, şakacı laf geçirmeler… vesaire vesaire bir ‘düşünceleri’ olduğunu sandılar.

İş bu yazıyı yazmama sebep olan hadise de şöyle gelişti:

Hepinizin ve kamuoyunun çok yakından tanıdığı ve sevdiği Silivri’den yeni tahliye olmuş bir ağbimiz ve gül gibi evladı sebepsizce bir yıldır içerde yatan bir aile ve arkadaşlarla bir masa etrafında toplanıyorduk, ki, yan masadan bir laf attılar: ‘bir Veli Küçük eksik’ diye.

Dönüp masaya baktım, Uluç’un hortumları sırıtıyor…

Kardeşlerim, Batılılar insanlık vicdanını temsil eden filmler artık çekemiyorsa bir sebebi Bosna bir sebebi Irak’ın bombalanmasına seyirci kalmalarıdır..

Kardeşlerim, Sovyetler’i çökerten iki çekiçten ilki Gulag’da mahkümların çektikleri acıların dünyaca çok iyi bilinmesi ve Sovyetler denince artık herkesin aklına önce Gulag’ın gelmesidir.

Kardeşlerim, Almanya’da Nazilerin Yahudi toplama kamplarından sonra bir uygarlık sorgulanarak uygarlığın bütün büyük kurumları topyekün yeniden değiştirilmiştir.

Kardeşlerim, F Tipi’ni kuranlar bu cezaevlerinin ağır tecrit koşullarıyla beş yıl içinde insan kimliğinin tamamen inkar edip değiştireceği üzerine hesap yaptılar. Ama asıl hesaplarını aşırı şiddet grupları için yaptılar.

Bu aşırı grup liderleri bu tecrit istasyonunda dünyadan ilişkisi kesilecek ve dışarıdaki bin-binbeş üyesi ilişkisizleştirilip eritilecekti.

Yani F Tipleri, yüzde yirmi beş oy veren milyonlarca muhalif insanın gözü kulağı olacağı bir yer olarak tasarlanmamıştı.

Bugün, içerde yazılan kitaplar iki milyon insanın evine girmiş durumda ve ülkenin okuma yazma bilen yüzbinlerce insanı bu kitapları baştan sona hatmetti.

Ülke tarihimizin bu en büyük hukuksuzluğuna kimsecikler sessiz kalamaz. Adorno’nun hepimizce meşhur olan, Auschwitz’den sonra hala yaşıyor olabilirsiniz ama bir daha şiir yazamazsınız, lafını unutmadık.

Bu yüzden Silivri ordayken hiç birimiz işimizi mesleğimizi yapamayız, bugün, yargılanan Miloşeviç, Hitler, Stalin değildir, insanlığın yargıladığı, bu facialar yaşanırken ‘seyredenler’ ‘sessiz kalanlardır’…

Silivri’de olup bitenleri hala seyrediyor iseniz, cellatlarla ittifak halindesiniz demektir.

Hayatı boyunca çetelere karşı savaşmış ve bu konuda cezalar almış içeri tıkılmış kitaplar yazmış bir değerli aydına ‘bir Veli Küçük eksik’ diye laf atıyorsanız, birileri sizinle oynamış kurbanla cellatın yerini değiştirmede çok başarılı olmuş demektir.

Artık cellat o sırıtan laf atan suratınızın ta kendisidir.

Unutmayın, F Tipini kuran zihniyet aşırı şiddet taşıyan fikirleri yani en sert saldırgan sapık fikirleri ‘yok etmek’ için bu devasa tecrit hapishanesini kurdu. Ancak F Tipi’ni kuranlar şunu hiç düşünemediler:

Buraya bir gün milyonların kalbinin attığı, şehrin tam da merkezine oturmuş insanlar atılacak. Dört büyük şehirde iktidarla kafa kafaya Karadeniz Sahili’nin bütün şehirlerinde iktidarla baş başa oy almış on milyonlarca muhalif düşüncenin kapatılabileceğini…

Yani bir dar küçük çeteciyi unutturmak yok etmek için kurulan F Tipi, söz konusu ‘milyonlar’ olunca çaresiz kalır.

Ve F Tipi bugün olduğu gibi ters tepip bütün Türkiye’yi içine alır. Bütün kurumları bütün vicdanları bütün aklı başında insanları tıkar çaresiz bırakır.

Kardeşlerim, tarihimizin bu en acımasız mahkeme sürecinde hepimiz argümanlarımızı yeniden düzenlemeliyiz.

Hepsinden öte on milyonlarca insanın vicdanı paramparça olurken ve bunca belge bunca mahkeme ortadayken hala yaşları 30-35 birkaç bin genç çocuk hala cellatlar gibi ‘sırıtabiliyor’. Okumamışlar. Bilmiyorlar. Çerçeve içine alınmışlar. Duygusuzlar.

Kimdir bu çocukları, nerden geldiler, bu genç enerjik yaşta suratlarına bu cellat sırıtmasını yerleştiren kimlerdir?

Bunları nasıl tarif etmeli, liberalleri biraz olsun ekrandan medyadan tanıyorsunuz, bir de bunların orta boyları küçük boyları var, üzümlüsü kremalısı var…

Ciddi bir işi olanını hiç görmedim. Yorulduklarına hiç şahit olmadım. Master hocalarına yaranmak için aşırı senli benli bir atmosfer oluşturmak için her insani ilkeden peşinen vazgeçerler.

Aslında aşırı senli ortam onları modern müridler gibi çerçeveye almak için hocalarınca düzenlenmiştir.

Saçma sapan her şeyi işte sırf bu senli benli ortamın hatırına kazık gibi yer, iflah olmaz bir ömür kusar kusar çıkartamazlar, fikir tartışması demek bu yüzden onlar için hocalarına çılgınca tezahüratlarda bulunmaktır, karşıdan suratlarına baktığınızda beyinlerinin içindeki düz çizgiler sivri köşeler yakından görülebilir.

Kimseyle uzun süreli dostluk geliştirecek zamanları haybeye meşguliyetler yüzünden hiç yoktur, hepsinin mutlaka bir barda tanıdığı bir bas gitarcı bir baterist arkadaşı mutlaka vardır ve içtiklerinde bu arkadaşları kolay telaffuz edilmeyen yabancı kelimelerle övmeyi vazife edinmişlerdir.

Gizli isimli konuşmaya bayılırlar, 19. yüzyılın sonuna kadar Avrupa’da moda olan maskeli sokak baloları vardı, kim kimi çimdikliyor, belli olmasın diye, en anarşist özgürlük dedikleri işte budur.

Siz hiç hayata boş gözlerle bakan bir fare gördünüz mü?

Viski, şarap, ot ve müzik grup adlarını öğrenmeye pek heveslidirler, en yakın arkadaşlarına ‘sen anlamazsın lan’ diyebilmek için. Müzik grubu ve yabancı şarkıcı adlarını yazarken bir harfini yanlış yazmak cehennemlik kafir olmak gibi ağır günahtandır, bu affedilmez günaha düşenler tarikattan aforoz yiyecekleri için, işleyenleri hiç çıkmamıştır, yetmedi, Avrupa’nın dört büyük liginin takım kadrolarını ezbere bilirler yetmez futbolcuların twiter hesaplarına kadar, o takımların antrenörlerinden daha eksiksiz hatta penis boylarına kadar bilgi sahibidirler.

Bayram günleri doğum günleri ailesinin matem günleri dahil tek bir gün, kibar olmayı hiç akıl edememişlerdir, bilgisayarın başında sanki bir stüdyo içinden tüm insanlığa tişörtlerindeki yazılar benzeri anonslar yaparak eğlenirler.

Şehrin sonradan görmeleri bunlar, en özel temasta dahi, bir kadının mahrem yerlerine hangi söz ve jestlerle yakınlaşabileceklerine dair, böcekler dahil tüm canlıların içinde var olan en temel güdülerin nasıl harekete geçeceği konusunda dahi kilitlenmiş çaresizdirler.

Üçüncü sınıf bir rock konseri dahi bunlar için ‘kültür zirvesi’ sayılır.

Kendilerini ifade edebilmenin tek yolu şakacı bir cümle bulmak, kişilikleri ve insani yeteneklerinin ancak bu kadarına müsaade edilmiştir. Yani araya girip ‘şirinlik’ yapabiliyorsan, o halde varsın düşünüyorsun, şirinlik beceremeyen toy’ları ırkçı bir nefretle aralarından uzaklaştırırlar. Mesela bu çocukların peygamberi olmak istiyorsan, diyelim Suriye konusunda söze şöyle girmelisin: ‘Esad da göt çıktı be kardeşim’.

Ve bu ülkede bu çocukların acı çekebileceği hiçbir olay olmamıştır, bu ülkede sadece ‘dalgaya aldıkları’ hadiseler yaşanır, işte böyle böyle kendilerine kilometlerce uzaktan ömürlerinin bir yarısı geldi geçti bile, utanmayla soloryumda bronzlaşmayı karıştırarak.

Gizli kıskançlık ve hasetlerini siyasi isyanlarına gizlice monte etmede pek mahirdirler, laf kalabalığının altından akan bu boklu derede de sık sık derine dalıp boy vermeyi pek severler.

Bir tek gün olsun içinden geldiği gibi ya da canı gönülden bir jestleri görülmemiştir, çünkü hayatla yaptıkları büyük pazarlıkta kendilerini ‘uğraş’ içinde göstermeyeceklerine dair .ikimden aşağı diye başlayan taahhütleri vardır.

Ermeni ya da Rumlar’a toprak bağışlamak gibi en ciddi siyasi konular dahi kiraz yemek gibi aynı duygularla oluşur.

Tercih, seçim kullanamazlar, başkalarının tepkilerinden beğenilerle plastik bir kişilik oluştururlar, elbise tamircilerine beş lira verip kendi üstüne oturtmayı dahi hiç düşünmeden ağbilerinden yürüttüklerini ‘kalıp’ gibi giyinirler.

Vasatlıkları sık sık düşünce sakarlıklarına yol açtığında şakacılıklarıyla toparlamaya çalışırlar.

Ahlaksızlığın insanı özgürleştireceğine inançları tamdır.

Dünyanın en soylu yazarlarına dahi bir hikaye uzunluğu süresince katlanamazlar.

Niye bilmem ya da ne yaptılar bu çocuklara bilmem, hiçbirinin gözleri güzel değil.

Bilgisayar oyunu oynamaktan hayat, evren, hakikat, acılar, onlar için bir desen, bir şema, ışıklı çizgilerin uçuşması, işin içinden çıkamazlarsa, game over.

Beş duyunun beşini de test edecek bir taze meraklı heyecanları girişimleri olamadı, bu yüzden altıncı hisse sıçrayıp dünya görüşlerini beş sınıf birden atlayarak geliştirirler, bu yüzden felsefeleri şöyledir, onu sevdim bunu sevmedim, o yaramaz, bu şahane, peki niye böyle düşünüyorsun dediğinizde, samimiliğin dahi boku çıkarırlar: ‘içimden öyle geldi.’

Bir ekmek dilimini, bir topak toprak, bir kuru soğan’ı gözlerinin önüne ya da zihinlerine hiç taşımamış, gelmiş geçmiş insanlığın bu en problemli nesnelerini bir gün olsun sorgulamamışlardır,

Hiç tanımadıkları insanların eğlencesinde dahi diyelim ‘bir şarkısın sen’ topluca söylenirken araya biçimsiz Afrika dansı komiklikleriyle girip çok şakacı bir intiba bıraktıklarını, bu yüzden her ortamda çok sevilip çok arandıklarını düşünürler.

Tek başlarına kaldıklarında çok korkaktırlar, bu yüzden çoğu zaman işeme deliğinden çiş değil buhar fışkırır, katı olan her şeyin buharlaşması budur.

Serbest şiir serbest dans serbest sallama sanki bunları kurtarmak için icad edildi, serbest işte, .mına koyum…

Bir cümle içinde harf ve kelimelerden çok, ünlem, nokta, parantez ve gülen adam işaretlerini bolca kullanırlar hatta bazen kelimeye cümleye de ihtiyaç yoktur.

Sinir krizlerini niyeyse ağbilerinin çerçeve içine alıp düşmanlaştırdığı kavramlara saldırarak gidermek, günlük tedavi metodlarıdır.

Felsefe ve düşünceye tarihsel katkıları ‘ya bırak onu ya.’ ‘ya geç onu ya.’ cümleleridir, ınternet denen büyük meydana altın harflerle kazdıkları bu çağın Sokrateslerinin en havalı cümleleridir bunlar: ‘olum geç onu yaa…’, büyük derin filozofluklarını en iyi pazarlayan en meşhur marka cümleleridir bu.

Toplu düşünür toplu saldırırlar, eh bu konuda fena sayılmazlar, kalabalığın bilgeliğidir bu.

Umumi tuvaletlerin bozulmuş su muslukları gibi konuşurlar, yani taharet için, gün boyu konuştuklarını toplasan bir maşraba doldurmaz.

Oysa hepsinin tek bir gerçeği vardı, hepsini yiyip bitiren insan olarak utandıran tek ve yanılmaz gerçek, bursları, kredileri, harçlıklarının ‘sınırlarıydı’. Hepsi eşek gibi biliyordu, harçları bittiğinde utanırlardı, hepsi öküzler gibi biliyor, burs tükenince çaresizlikten ağlar gibi olduklarını…

İşte bu amansız gerçeği gizlemek için beyinlerini kelimeleri kavramları buruşturdukça buruşturdular büktükçe büktüler, çöpleşinceye kadar.

Hepsi hayvanlar gibi biliyordu, parasızlığın surat rengi, insan içine çıkılmaz kirli kara mavidir.

Bilmem niye keyfi parası yerinde zengin ağbilerine özendiler? Zenginler gibi rahat, sorun yok, her şey yolunda diyen hayattan uzak konuşmaları bu çocuklara kim öğretti?

Ya da hayatın soylu tatlarından neden intihar kadar uzak bu çocuklar!

Nihat Genç

Odatv.com

arşiv