Elon Musk ve hızından tiksiniyorum

“… dünyanın boşluğu karşısında bir nebze tevekkül duygusu kalmıştı. Bir gün çekip gitmek gerektiğinde geride bıraktığın için üzülebileceğin hiçbir şeye bağlanmamak! Boşa çaba. İnsan kaçınılmaz olarak bağlanıyor.” Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı... Alaattin Topçu yazdı...

Elon Musk ve hızından tiksiniyorum

NESNEL SÖNÜMLENİŞLER

Amin Maalouf, “Pusulasız bir halde girdik yeni yüzyıla” diye başlar Çivisi Çıkmış Dünya adlı kitabına. Yirmi birinci yüzyıl “arkaik” pusulalarımızı çöpe atmamız gerektiğini olanca acımasızlığıyla dayattı. Kıtalar ve sömürgeler keşfinde başımıza gelmedik kalmamıştı. Karada havada denizde tüm savaş biçimlerini denedik; Konvansiyonel, Nükleer, Atom, Uzay, Yıldız, Biyolojik, Kimyasal ve tabii Covit-19 Savaşları… Aklınıza gelebilecek her türlüsünde dünyanın kaç bucak olduğunu gördük. Şimdi başka gezegenlerde yaşam keşfi peşine düştük. Peki, niye? Oraları da savaşların “er meydanı” haline getirmek için mi?

Dünya o kadar iç içe geçti ki hikâyelerimiz birbirine benzedi, şiirlerimiz aynı kokusuzluğa mahkûm edildi. Barbar korsanlardan modern, hatta postmodern korsanlara hepsinin kullandığı araçlar çok “hızlı” idi. Kovboyun atı dağ bayır sürmesi de, silahı kınından çekip ateşlemesi de; ok da hıza odaklıydı, mermi de, füze de… Öyle ki “hız’ın mihmandarı” durdurak bilmedi, tarihin herhangi bir sayfasında konaklamaya bile ihtiyaç duymadı. Paul Virilio, Hız ve Politika’da ne diyordu: “İşte Batı, hiç durmaksızın Plutarkhos’un bu dersini yineler, ‘ne olduğunu bile bilmediği ama rüyasında ezbere okuyabileceği bir yasaya itaat eder’: Durmak ölümdür yasası bu yüzden gerçekten Dünya’nın genel yasası gibi görünür…”

Hız’ın Marksist literatürdeki tezahürü “volantarizm”dir. İradecilik’tir... Bu yazı kapsamında tartışma dışı tutuyorum; daha sonra, başka bir yazı yolculuğunda döneceğim…

Elbette Amin Maalouf’un sözünü ettiği “değişimin hızı”ndan korkanlardan değilim; sadece tiksinenlerdenim. Korkunun ecele faydası yok belki ama tiksinmenin uyarıcı bir işlevi, hadi itiraf edelim, rahatsız edici bir “misyonu” olabilir.

Yeri gelmişken değinmeden geçmeyelim: Elon Musk ve temsil ettiği sistemin “hızından tiksinmemin” nedeni de anlaşılabilir sanırım: henüz bu gezegende çözmemiz gereken o kadar çok sorun varken Mars’a bir “yavaş” bir de “hızlı” gitmenin ve orada “sözde yaşam”, özde ise “yeni savaşlar icat etmek” amacıyla arayışa girmenin “insani” mantığı nedir ki? Bu dünyayı çok hak etmişiz de Mars’a roket yolculuğuna çıkıyoruz!...

Albert Einstein ne diyordu: “Dünyada bir çocuk bile mutsuz olduğu sürece, büyük icatlar ve ilerlemeler yoktur.” Elbette icatlar/ilerlemeler vardır ama onları “büyük” kategorisine yerleştirmemiz için açlığın/yoksulluğun ve daha nice “bu” dünya sorununun çözüme kavuşturulması elzemdir.

Amin Maalouf devam ediyor: “… Daha ilk aylardan başlayarak, dünyanın hepten çivisinin çıktığını düşündüren kaygı verici olaylar meydana geliyor; üstelik bunlar birçok alanda birden gerçekleşiyor–entelektüel dünyanın, finans dünyasının, iklimin, jeopolitiğin, etiğin çivisi çıkmış durumda…”

Dikkat ederseniz Maalouf “entelektüel dünyanın çivisi”ni ilk sıraya oturtuyor. Bunca “ahlaksızlığın/etiksizliğin” hüküm sürdüğü dünyamızda entelektüel lüzumsuz bir aksesuara dönüşmüş durumda; eğlencelik bir figür veya. Ne acı verici…

Amin Maalouf’tan farklı olarak ben, “çivi” benzetmesinden ziyade Marx’ın ünlü “katı olan her şey buharlaşıyor” retoriğini daha uygun buluyorum. Evet, Marx’ın öngörüleri birer birer tarih sahnesinde beliriyor; kâh hayalet olarak kâh heyula olarak… Ancak ortada ciddi bir “terslik” var. Sönenler/sönümlenenler, buhara dönüşenler iyiye alamet göstergeler olamıyor. Finans dünyasının canı cehenneme diyebiliriz, eğer oradan nemalanmıyorsak. Ne var ki iklimin, jeopolitiğin, etiğin sönüşü/sönümlenişi hiç mi hiç hayra alamet değil, olamaz. Hele entelektüelin parıltısı gerçekten de sönmüş ise vay başımıza gelenlere, gelecek olanlara!…

Biz, Maalouf’a “çivi çiviyi söker” diyerek şu tuhaf cisimlerin, “sözde” uzay cisimlerinin girip çıktıkları, ortadan kayboldukları delikleri, başka gezegenleri işaret edebiliriz. Yalnız ben, artık hıza daha fazla ihtiyaç olduğu kanısında değilim.

“İçimden işte katiller böyle imal ediliyor diye haykırmak geliyor” diyen Maalouf’a katılıyorum; keşke dünyanın hal-i pür melalinden rahatsız olan tüm kesimler o çığlığı birlikte atabilse… Kabul etmek gerek ki hız, aynı zamanda katilleri görünmez kılıyor, o kadar çok “cani yüz” üst üste biniyor ki imal edilen ile orijinal katili bir türlü birbirinden ayırt edemiyoruz; orijinal katil sürekli perde arkasında kaldığından biz sahnedeki imal edilenlerle oyalanıyoruz. Žižek’in demesi, “olumsuzla oyalanma” sürecinde aklımızı da tüketiyoruz; olmadı, Foucault’ya malzeme olsun diye ya hapishanelere tıkılıyoruz ya da tımarhanelere… Üstelik bu arada “teşhis tutanakları” sürekli karalanıyor, işlevsiz hale geliyor/getiriliyor… “Arşiv dairesi” tarumar ediliyor.

SORULAR ODAĞINDA

Benim yaklaşımım daha çok “dünyanın ışığı söndü” imgesiyle şekilleniyor. Güneş’ten yeterince enerji üretilememesine bağlayabiliriz meseleyi ancak ikna edici bir argüman olur mu, bilemedim. Bunun dışında birçok nedeni (suni veya doğal) olmalı, öyle değil mi?... Velhasıl muhteşem gezegenimizin de aklını/tenini/tinini hallaç pamuğu gibi hırpalıyoruz. Hızımız, irademiz onun doğasını zedeliyor, aurasını sönümlendiriyor.

Diğer taraftan, gündelik hayatta “Dünya’nın ışığı söndü” derken gerçekten bir dünyalı, “evrensel biz” olarak mı söylüyoruz yoksa bir Türkiyeli, hatta Ortadoğulu olarak mı? Bir Hıristiyan, bir Müslüman, bir ateist, bir deist olarak mı? Bir liberal, bir muhafazakâr, bir sosyalist, bir milliyetçi, bir faşist olarak mı?

“Dünyanın ışığı söndü” dediğimizde gerçekte dünyayı bir bütün olarak mı algılıyoruz? Böyle bir “bütüncül görme” olası mı? Örneğin “küresellik” dediğimizde “ortak algı” hemen, kendiliğinden yekpare oluşuyor mu? Bir kapitalistin (Elon Musk örneğin) gördüğü dünya bütünlüğü ile bir proleterin veya onun yerini alan/alacak olan robotun gördüğü dünya bütünlüğü aynı mı?

Örnekleri çoğaltmak gerekli mi? Aşırı derecede mümkün çünkü. İlk paragraftaki soruları da, ikinci paragraftaki soruları da sonsuz sayıda çoğaltabiliriz. “Bütünleşirken bölünen benliklerin” algısını olumlu yönde oluşturmak imkânsız gibi.

Diğer yandan birikmiş bunca yükün/çöpün kurcalanması hiç de kolay görünmüyor. Devasa firmalar bile bugünden yarına kendilerini, sınıfsal ve maddi konumlarını güvende hissedemedikleri dünyasallıkta ne derece bir “ışık” bütünlüğü/huzmesi yakalanabilir ki?

Sorular… Sorular… Sorular…

ÖZNEL SÖNÜMLENİŞLER

Dağlı değilim, ormanları tanımam; kurt mu çoktur orada, çakal mı bilmem. Yaşamımı “el mecbur” tekno-dünyalara bağışladım, robotlara, dijitale, bilgisayara...

Karada havada denizde en eski çağdan bin yıllara neydi o mesiyanik hayaller? Akıntıya ters bakma düşü mü? İnsanı auta atma densizliği mi?

Ben yalnızım, sizi bilmiyorum. Bir gerçek geçmişim var, kendinden distopik hikâyem. Anlatsam, en başta ben karanlıklara gömülürüm. Bir de kurguladığım geçmişim var ki evlere şenlik. İkisi birbirine çelme atmaya meyilli…

Doğrusu bu çağdan gitmek isterdim, bir yolunu bulsaydım, bir yakınım çağırsaydı çok uzak çağlara, geçmiş ya da gelecek yüzyıllara kaçmak isterdim. Ruhumu eskiten, hatta çürüten, kokusuz hale getiren bu devirde kendimi aşırı/hiper yalnız hisseder oldum.

İtirafımı lütfen yanlış yorumlamayın; sizi duygusal bağımlı kılmaya ya da beni sarmaya/kucaklamaya (Tekno-uygarlıktan çok chipko hareketine yakınım, parantez içinde belirteyim) ikna etmeye çalışmıyorum. Farkındaysanız kelimelerim bile aşırı/hiper hızlı kendilerini terk ediyorlar, henüz bir ruhsal kimlik/kişilik edinmeden ortalıktan çekiliyorlar. Siz de boşuna kendinizi alıştırmayınız. Nasılsa ikinci adımda topuklayacaksınız.

Benim lanetim dünyaya ölü anneyle gelmiş olmam. Annenin sarıp sarmalamasından, kucaklamasından (Chipko sendromunun insan kılığına bürünmüş olanından!) mahrum kalmış olmam. İnsanlığı herhangi bir mahrumiyetle beslerseniz emin olunuz ki geçmiş de gelecek de bugüne, en basitinden güvensizlikle, sırtını dönecektir.

Russocu Romantik veya Mekanik Aydınlanmacı değilim, o nedenle “ikame edişler”in yeterli doygunluğu sağladığını iddia edemeyeceğim.

SONUÇ BAĞLAMINDA

Bu muydu yani “hayattaki her adımda bir hayal kırıklığı, umutsuzluk, aşağılanma” yaşamak… Bu pısırık, bu ağlayık “fabrika” artık ya tamamen iflas etmeli ya da hız adlı makineyi tadilat için Dünya’nın kıyısına çekmeli.

Geçmişin, sözde, “güzelliğine” yan cepheden sağlı sollu yumruk sallamak da anlaşılır değil. Bir yandan bağrını dövüp diğer yandan geçmişe aba altından sopa göstermek… Acayip garip ve taşralı bir edim gibi. Doğunun mistik mi desem, modern mistik mi desem, aurasına uygun bir tercüme… Ne var ki cümleyi de yankısını da aktaran değişik/farklı kültürleri doğaçlama kabullenmek, içselleştirmek… Çok mu zor, imkânsızlar rafında mı? Kilidi kırık mı, şifresi kayıp mı? Gezegenin “doğal düzenekleri”ni kurcalamak çok mu eğlenceli?...

“Kızıl gezegen”in değil bu gezegenin her yönüyle çok acil “tadilata ihtiyacı” olduğu anlaşılmalı. Öncelikle de “sosyal yaşam” tüm boyutlarıyla “bakıma” alınmalı. Aksi halde, küresel yıkımlar/yıkılışlar “taş savaşları”nı bile imkânsız kılacak…

Postmodern dünyamız, cenazeye giden rimelli rujlu ojeli farlı kadının gözyaşlarına benziyor; rengârenk, şenlikli... Yas tutuşlara gülsün mü ağlasın mı bilemiyor… Kara takımlı, kara gözlüklü, kara araçlı “adam” milleti de ayrı bir hava… Trajedi, dram, komedi… Hepsi aynı gemide, dibe doğru emiliyor…

Dünya’nın kirliliği çekilir gibi mi?… Post-modern ruhuna katlanılır gibi mi -sahiden?

Tanrı’nın evinde oturma rüştümüzü kanıtlayamadık, kanıtlayacağımız da belli değil -henüz. Ama kapıyı aralamak için ilk çağlardan itibaren epey debdebeli girişimlerimiz oldu -gibi. El fakat asırların ortasında mı sonunda mı, bir noktada işte, yer yarıldı ve biz, iki kıyıya da tutunmayı beceremediğimizden uçuruma gömüldük -anladığımca. Yeryüzü ile gökyüzü farkı böyle mi oluştu yoksa? Bilen varsa, bir adım öne çıksın, öncü olsun!...

Şimdilerde o uçurumdan nasıl çıkacağımızın mitolojisini tırtıklıyoruz sözde. Özde ise “son”u erteleme gayretimiz takdire şayan. Aslına bakılırsa “yaraların hissedilebilmesi için” bile her türlü “entelektüel umuda” ihtiyaç dorukta…

***

Not: Bu makalede Amin Maalouf’un üç “deneme” eserine, “esin kaynağı” olarak başvurulmuştur:

1. Ölümcül Kimlikler, Çev. Aysel Bora, Yapı Kredi Yayınları

2. Çivisi Çıkmış Dünya, Çev. Orçun Türkay, Yapı Kredi Yayınları

3. Uygarlıkların Batışı, Çev. Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları

Alaattin Topçu

Odatv.com

elon musk